Kitaba Yolculuk 2

Orhan Aksoy



Okumanın ve yazmanın dünyasına ait hazlar da vardır. Yalnızlık ve sabır gerektiren bu dünyaya girmek kolay değildir ama girenlerin çıkması da mümkün değildir. Bu dünyada duyumsanan şeyler ruha ait olsalar gerek ve insanın ruhuyla temas ettiği şeylerden duyduğu haz, hiçbir şeyle kıyaslanamaz. 

Dedem Hacı Halil, konuştuğu zaman, onu dinleyenler sağırmışçasına, bağıra çağıra konuşan biriydi. Annem ile babam ise telefonda konuştuklarında, sanki karşı dağdaki birine seslenir gibi, bağırarak konuşurlardı. Ben de genelde yüksek sesle meramımı anlatmaya çalışan biriyim ve çoğunlukla sesimi yükselttiğimin farkına bile varmam. Şu anda yazarken bile coşkun bir ses tonuyla yazıyorum. Belki de sesleniş biraz da haykırış gerektirmektedir. Ailemden bana miras kalan bu özellik, en çok da telefonda, mahrem şeyeler konuştuğumda başıma iş açabiliyor. Allah’tan bu yönümün farkında olduğum için rahat rahat sesimi yükseltebileceğim bir yer seçerek konuşuyorum. Sanırım kırsal hayatın insanları, yüksek sesle konuşma eğilimindeler. Çünkü şehirlerde öfkeli tiplerin bile sakin bir üslupla meramlarını anlatmaya çalıştıklarını gördüm. Belki de büyük şehirler, insanları öyle sindiriyordur ki, sesleri bile kısık çıkar oluyor…

Yazarlar sayfalara haykırarak yazmış olsalar gerek. Çünkü onlar, boş kuyulara seslenen budalalar gibi olduklarının farkındadırlar. Ömürlerini yeni keşiflere adamış olan bu insanlar yaşadıkları dönemde anlaşılamamış, dinlenilmemiş kişilerdir. Onlar da boş sayfalara haykırmış durmuşlardır. Goethe gibi bir dahi bile yazdığı bazı şeylerin ölümünden sonra yayımlanmasını vasiyet etmiştir. Nedeni ise yanlış anlaşılacağını bildiği için gereksiz tartışmalara girmek istememesi olmuştur.

Her kitap, yazarın anlam arayışı nedeniyle kendisiyle yaptığı monologlardır. Ben de hayatım boyunca kitaplarda anlam arayışı içinde oldum. Her ne kadar yazılan her kitabın yazılmaya değer olduğunu kabul etmesem de kitaplar, diğer eserlerden daha kutsal ve daha anlamlı nesnelerdir.

İnsan hayatı, fayda zarar ekseninde dönüp dururken, her şeyde faydalar olduğu kadar zararlar olduğunu da kabul etmek gerekir. Su, bitkiler için elzem ve faydalıdır ama gereğinden çok su, bitkinin yaşamına son verebilir. Ya da birine faydalı olan başkası için zehir bile olabilir. Koalalar, okaliptüs yapraklarını iştahla ve severek tüketirler ama bu yapraklar, başka canlılar için sadece zehirdir.

Kitaplar dünyasında da faydalı şeyler olduğu kadar, zehir zıkkım olan şeyler de çoktur. Erdal Öz’ün ‘Odalarda’ isimli kitabını okuduğumda hayatımın en kötü deneyimlerinden birini yaşadığımı söyleyebilirim. Yine Dostoyevski’nin ‘Yeraltından Notlar’ isimli kitabını okuduktan sonra aylarca kitap okuyamadığımı itiraf etmeliyim. Ancak yaşadığım en kötü facialardan biri ‘Kâbusname’ isimli kitap olup, Keykavus Bin İskender tarafından kaleme alınmış bir eserdir! Bu kitabı lise yıllarında okumuştum. Zannımca, dönemin hükümdarına nasihatler etmek için yazılmıştı ama benim hayatımda olumsuz etkileri olmuştu. Önceleri kitapta anlatılanları mantıklı bulmuş olsam da yıllar sonra bu tür kitapların şarlatanlıktan başka bir şey olmadığını anladım.

Gerçi kitap tasnifine girişmek için daha çok erken, ilerleyen bölümlerde belki bu konuya dönerim. Ancak kitapların, hitap oldukları da bir gerçektir.  Yazılış amacı ne olursa olsun kitabın asli unsurlarından en önemlisi hitap olmalarıdır. Kimisi Beyandır; kimisi Beyyine. Herhangi bir durumu arz etmek için yazıldığında Beyan, ama bir şeyler ispatlamak ya da bilim öğretmek için yazıldığında Beyyine(delil) olurlar.

Ben, erken yaşlarda kitapların hitabını işitmiş ve yönelmiştim. Kitapların ayrıcalıklı bir dünya olduğunu anlamıştım ama görünen o ki, bu ayrıcalıklı dünyanın kapısı herkese açılmıyordu. Hatta çoğunluk, kitap okumayı, vakit kaybı olarak görüyordu.  Üniversitedeyken tanıştığım edebiyat öğrencilerinin dört yılda dört kitap okumadıklarına şahit olmuş biri olarak, toplumun genelinin okuma eğiliminde olmadıklarını söyleyebilirim.

Toplumun genel bir anlayış biçimi vardır. Zevkler ve kederler toplum tarafından aslında bilinir. Güzel ve lezzetli yemekler toplumun neredeyse tamamı için aynı zevktir ama açlık zevkini tatmak herkese nasip olan bir şey değil.  İşte böyle aykırı durumlar vardır ki, bunlar toplumun geneli tarafından anlaşılamaz. Cinsel haz, belki de dünyadaki en büyük hazlardan biridir ve birçok insan, farklı partnerlerle bu hazzı yaşamak ister ama öyleleri de vardır ki, bedenini ve ruhunu tek bir eşe, velev ki kavuşamasalar da, adayabilir. Sanırım böyleleri için sadakatten duydukları haz cinsel hazın çok ötesinde bir hazdır.

Okumanın ve yazmanın dünyasına ait hazlar da vardır. Yalnızlık ve sabır gerektiren bu dünyaya girmek kolay değildir ama girenlerin çıkması da mümkün değildir. Bu dünyada duyumsanan şeyler ruha ait olsalar gerek ve insanın ruhuyla temas ettiği şeylerden duyduğu haz, hiçbir şeyle kıyaslanamaz. 

‘’Kütüphane, bütün çağların, bütün ülkelerin ölümsüzleriyle dolu! Bu ulular bezmine katılmanın tek yolu, liyakat. Mabede bayağılar giremez. Diriler naziktir, ölümsüzler titiz.’’ (Bu Ülke/ Cemil Meriç)

Cemil Meriç, gitgide gözlerinin ışığını kaybediyordu. Bulduğu çözümse, tavan lambasına daha yakın olmak için, sandalyesini masasının üzerine çıkarıp lambaya yakın oturmaktı. Gözlerini kaybederek bu hayata veda etti ama haykırışlarıyla dolu kitaplar kaldı ondan.  Ölümsüzler, onu mabede çağırdıklarında, davete icabet etmemek olmaz demiş olsa gerek ve o, BU ÜLKE’nin yetiştirdiği bir ölümsüz olarak mabede katılmıştır…



Kitaba Yolculuk 1

KİTABA YOLCULUK

Yazmaya başladığımda 40’ımı aşmıştım ama okumaya ne zaman başladığımı hatırlayamıyorum. Belki ağabeyimin bana, henüz ilkokula başladığımda, aldığı ‘Hazine Adası’ sahip olduğum ilk kitaptır. Hatırladığım kadarıyla Tom ve Jerry’nin çizgi romanı da sahip olduğum ilk kitaplardan ama o kitapları okuyup okumadığımı hatırlayamıyor, hayal meyal sayfalarındaki resimlere baktığımı hatırlıyorum…

Ben ilkokula başladığımda Bereket ağabeyim liseye gidiyordu. Kendi kitaplarımdan çok onun kitaplarını karıştırmayı seviyordum. Doğrusu, onun evde resim çizdiğine defalarca şahit olmuş ama ders çalıştığına tanık olmamıştım. Ağabeyimin inanılmaz resim yeteneği vardı. Meryem Ana’nın, kucağında İsa’yı tuttuğu, tablosunu bu gün bile net bir şekilde hatırlıyorum. Meryem’in güzel yüzünü kaplayan hüzünlü duruşu ve her ikisin başlarını çevreleyen nurdan hale ile resmedilmiş bu tablodaki renkler bile, hala o günkü canlılığıyla, gözümde tulu eder. Her nedense onun yaşına geldiğimde ben de en az onun kadar iyi resimler çizebileceğime inanmıştım. Ne de olsa o, benimle aynı kanı taşıdığı için aynı özelliklerde olmalıydık. 

Dedem ona arada mektup yazdırırdı. Daha telefonların yaygın olmadığı, renksiz televizyonlarda Pazar sineması izlediğimiz dönemlerdi. Dedem, yüksek sesle, sanki mektup yazdığı kişiye sesini duyurmaya çalışır gibi, bağıra bağıra konuşur, ağabeyim de hiç takılmadan onun konuşma hızında mektubunu yazmayı başardı. O zamanlar mektubun uzunluğu bir övünç kaynağı olsa da ağabeyimin konuşma esnasında bunu kaleme alması dedem için daha büyük bir gururdu. Evet, ailenin gururu, benim de rol modelimdi o…

O, evde yokken onun kitaplarını karıştırır, muhteşem yazısını incelerdim. Bu gün kullandığım imza bile onun, o zamanlarda kullandığı imzasının bir imitasyonundan başka bir şey değildir. Ne resim çizmekte ne de yazı yazmakta asla ona yetişemedim. Gerçi yetişemediğim şeyler bunlardan ibaret kalmadı. Onun gibi şık giyinmeyi, onun toplumda edindiği saygınlığı edinmeyi de başaramadım. Aynı kandandık, karındaştık ama insan, aynı gövdeden farklı meyveler veren bir ağaç gibidir. 10 kardeş olsak da her biri diğerinden farklı olan on kardeştik…

Ben ortanca sayılırım. Çünkü çift sayıların tam ortasında durabilmek için tek olmak gerekir ama ben yukarıdan aşağı altıncı, aşağıdan yukarı beşinci çocuktum. Benden büyük olan beş kişiden, Bereket ağabeyim hariç, ilkokuldan sonra okuyan olmadı. Ben ve benden sonraki dört kişiyse, en küçüğümüz olan İbrahim Halil hariç, üniversite mezunu oldular. 

Annem, yıl boyunca düzeli Kuran’ı Kerim okur, Ramazan ayında ise iki ya da üç kere hatim ederdi. Ama o, düzgün Türkçe konuşabilen ve okuyabilen biri değildi. Hatta arada imza atması gerektiğinde babamın öfkelenmesine sebep olan bir kalem tutuşu vardı. Yine de onun anlattığı hikâyeler, daha sonra kitap yazmamda etkili olmadı diyemem. İnsan çocukluğundan birçok iz taşır. Zamanla taşıdığı izleri unutsa da. Belki de bu günkü hayatımızı şekillendiren şeylerin, unutulmuş hatıralar olduğunu bilmeden yaşıyoruzdur. Bebekliğimizin ve çocukluğumuzun saklı kaldığı o ahşap sandık, bir gün tabutumuz olarak, gömüldüğümüz yere kadar bizi takip etmeye devam eder…

Daha ortaokuldayken, nice temiz sayfaları, sanat eserine çevirmek için heba etmişliğim vardır. Fikirler, şiirler, hikâyeler yazmayı denemedim diyemem. Ama yazdığım şeylerin çoğu, okul kitaplarımın boşluklarında kaldı. Kimi felsefi kimi veciz, yüzlerce söz karalamışlığım vardır. Yıllar sonra Nuran ablamın, ‘’Bu şiir nasıl olmuş?’’ diyerek uzattığı şiir tanıdık gelmemişti ama ‘’Güzel şiirmiş, kim yazmış?’’ diye sorduğumda, ablam gülümseyerek, ‘’Tabii ki sen!’’ demişti.  Şimdi şiirin isminin ‘Nazlı Bebek’ olduğunu hatırlıyorum ama yazdığımı iddia edebilecek kadar aşina olduğumu söyleyemem. Diyeceğim o ki, benim, o dönemlerden kalma, çok az şeyim vardır ki bunlar, hala varlarsa, muhtemelen birileri hatıra olarak sakladığı için vardır…  

Ortaokuldayken kütüphaneden çıkmayan biriydim. Daha çok ansiklopedi karıştırıyor olsam da arada hikâye kitapları okuduğum olurdu. Sanırım, Güvercin Masalları, okuduğum ilk hikâyeler ama okuduğum ilk roman, Yakup Kadri’nin Nur Baba’sıdır. Gerçi Halid Ziya’nın Mavi ve Siyah isimli eseri de ilk okuduğum roman olmuş olabilir. Yıllar sonra ne okuduğumu sorgulayacağımı bilseydim, herhalde daha dikkatli olurdum. Belki de Yakup Kadri’nin Erenlerin Bağından isimli eseri beni derinden etkilediği için ilk okuduğum romanın ona ait olduğu sanrısına kapılıyor da olabilirim. Bu konu lüzumlu mu bilmiyorum ama bir arkeolog, tutup araştırmaya kalksa, benim geçmişimle ilgili ciddi bilgilere ulaşamaz. Ben, daha ölmüş bile değilim; buna rağmen karanlık bir geçmişim var ki, bazı kısımları bana bile karanlık. Bu nedenle Tarih Bilimine ve Arkeoloji dalının sunduğu şeylere gönül rahatlığıyla iman edemiyorum…

Çocukluğumdan beri dağlarda, vadilerde, mağaralarda dolaşmayı seven biriyim. Hatta bu güne kadar gittiğim her yerin çevresindeki doğal ya da tarihi mekânları gezmişimdir. Öyle sanıyorum ki Tarih Bilimi, daha çok yorum yapmaya dayalı bir bilimdir. Örneğin bir kaya mezarı açıyorlar ve diyorlar ki, bu mezarda ölü ile gömülen şeyler, ölüyü gömen medeniyetin, ölüm sonrasıyla ilgili inançlarını yansıtıyor. Yani ölüyle beraber gömülen altın ve bakır gibi değerli nesneleri, yeni bir hayatta kullanacağına inandıkları için, ölüyle beraber gömmüşler. Bana kalırsa, ölüye ait şeylere sahiplenmek ahlaki bir davranış olarak görülmediğinden, ölen kişinin mal varlığı, onunla birlikte gömülüyordu. Tarih Biliminin tespiti tamamen yanlıştır demiyorum ama bunun genellenemeyeceğini düşünüyorum. Çünkü kutsal kitapta eski kavimlere savaş ganimetlerini haram kılan ayetler olduğunu biliyorum. Hz Yuşa zamanına kadar da bunun böyle devam ettiğini bildiren ayetler de vardır. Buradan çıkarılacak sonucun, eski kavimlerin, dünya malı için savaşmayı kerih gördükleri çıkarılabilir.  Belki de ilahi yasalar, yani İbrahimi dinlerde, insanların birbirilerinin mallarını gasp etmek için savaşmalarını yasaklamıştı. Yani eski kavimler, kendi emekleri dışında mal varlığı edinmeyi ahlaki bulmuyorlar, hatta ölen kişinin mallarını, miras veya ganimet olarak kullanmayı yanlış buldukları için, ölüyle birlikte gömüyorlardı. 

Tarih ile ilgili bu mevzuyu uzatmadan konuya dönecek olursam; KİTAP isminde bir kitap yazmaya karar vermemin nedenlerini anlatma isteğimdir. 

Ben, kitaplar dünyasına bata çıka, kırklı yaşlara ulaştıktan sonra, kendimi kitaplar yazarken buldum ve neden diye sormaya başladım. 

Daha 17 yaşında bir üniversite öğrencisi iken, akranlarım arkadaş ve sevgilileriyle keyif çatarken, beni, kitapların yalnızlığına mahkûm eden neydi. Hem hayatımda en çok kitap okuduğum dönem üniversitedeki iki yılım olmuştu. Tam sayısını bilmemekle birlikte, ansiklopedik kitaplar ve ders kitapları hariç, 50’den fazla kitap okumuştum.   Sanırım arkadaşlarımın, o yıllara ait yığınla anısı vardır; benim ise yurdun elektriği kesildiği için mum ışığında okumak zorunda kaldığım kitaplarla ilgili, kimsenin bilmediği, anılarım var. İtiraf etmek gerekirse kitap okumak önemli hissettiriyordu. Çünkü diğer insanların gündelik hayatları, sıradan ve bayağı geliyordu bana. Bilimsel veya felsefi olmayan konuşmalarsa benim için hiç hükmündeydi. 

Üniversitenin kütüphanesinde buram buram kokan kitapların dünyası, gizemliydi. Her kitap, keşfedilmeyi bekleyen bir dünya gibiydi. Benim için, bir kütüphanenin uzaydan farklı olduğu iddia edilemez. Gök bilimciler için her gök cismi gezegen, yıldız, asteroit,  karadelik ya da her bir galaksi her ne ise okur için de her kitap, bu gök cisimleriyle eşdeğer bir evren veya galaksi gibidir. Belki de az sayıda olsalar da bazı insanlar, sadece keşfetmek için doğmuştur…

Zülal Ağa

ZÜLAL AĞA ( sıra dışı bir deli)
Nehir kıyısındaki bu küçük kasabaya yeni taşınmıştım. Kasaba mı, köy mü desem pek bilemedim ya! Şirin mi şirin, 2 bin nüfuslu bir kasabaydı. Evlerin çoğu kıyı şeridindeki ağaçların altında kaybolduğundan, neredeyse burada hiç ev yok sanırdınız. Ama kış gelip yapraklar döküldüğünde, evlerin taş duvarları insan teninin renginde dımdızlak ortaya çıkıveriyordu. Gerçi pek kar yağan bir yer değildi, sis ise pek eksik olmazdı kasabanın kış günlerinden…
İki üç yılda bir değişen memur tayfasını da saymazsak, kasabadaki herkes birbirini tanırdı. Burada bir cami, iki okul, sağlık ocağı ve üç katlı bir de hükümet konağı vardı. Bu resmi kurumların tamamı birinci caddedeydi. Zaten geriye iki cadde kalıyordu. İkinci caddede kasabadaki memurlar ile kasabanın zengin aileleri otururken; üçüncü caddede, sabahları elini yüzünü yıkamadan kahvaltı sofrasına oturan, nasıl geçindiklerini bile anlayamadığım fakir aileler oturuyordu. Gerçi bu fakir ailelerin düğünlerinde takılan altınları görünce boşuna okuyup öğretmen olmuşum derdim ya, neyse! Meğer bu kasabadan yurtdışına göç etmiş yirmi bin nüfus daha varmış. Yoksa burada, hiç çalışmadan geçinebilenleri anlamak imkânsız olurdu.
Yeni atanmış bir öğretmendim. Kasabalının tamamına yakınını bir ayda tanımıştım, nadir olsa da hiç tanımadığım kişilerle de karşılaştığım olmuyor değildi. Kasabadaki ilk yılım bittiğinde, kimin kimle akraba olduğunu; hangi çocuğun hangi aileden olduğunu bile tamamen öğrenmiştim. Herkesi tanıyınca insanın özgürlük alanı neredeyse kalmıyor; tüm gözler üzerinizdeymiş gibi hissedersiniz.
Vakit buldukça nehir kıyısına iner, ağaçların altında dolaşırdım. Okulda yapacağım bir iş yoksa evde televizyon izler, kitap okurdum. Yaşıtlarım bana pek uygun kişiler değildi, bundan ötürü, eve pek misafir çağırdığım olmazdı. Benim de evim üçüncü caddedeki garibanların arasındaydı. Onlarla çok yüzgöz olmaz, selam verir geçerdim.
Ben kendi halimde yaşıyor, buradaki miadımın dolmasını bekliyordum. Sürem dolunca, büyük şehre tayin isteyip, gidecektim. Bu nedenle, iki üç ay süren yaz tatillerini dört gözle bekliyordum. Yaz tatillerinde, bütün yılın sıkıntılarını üzerimden atmaya çalışıyordum. Ha gayret iki yılın kaldı, diyerek kendimi teselli etmeye çalıştığım bir sonbahar günü Zülâl’le karşılaştım.
Ona Zülâl Ağa diyorlardı. Meczup birine benziyordu. Onu, daha önce neden fark etmediğimi bir türlü anlayamamıştım. Meğer kasabanın delisi gibi bir şeymiş. Zararsız olduğunu söylüyorlardı. İri kıyım, üstü başı kir pas içindeki bu adama yaklaşmak cesaret isterdi doğrusu.
Kasabada herkesin zülâl Ağa dediği bu garip yaratık ilgimi çekmişti. Bir barakaya benzeyen kasabanın kahvehanesine gelir, sobada ellerini ısıtıp giderdi. Kirli saçları birbirine yapışmış, seyrek sakalları göğsüne kadar uzamış, büyük göbeğinin patlattığı düğmesiz gömleğinin altına giydiği asker yeşili kazağı ise hiç çıkarmayan biriydi.
Nerede yaşar, ne yer, ne içer pek bilmediğim bu adam, ikinci yılımın her gününde karşılaşmaya başladığım, sessiz, sedasız, garip bir kişiydi.
Onunla konuşulduğunda, hiçbir zaman konuşulan konuyu konuşmaz; o an aklından ne geçerse onu söylerdi.
Kahveci Seyfi ona, ‘’Aç mısın Zülâl Ağa?’’ diye sorduğunda, Zülâl, ‘’Emine ablanın tavuğu kaybolmuş, ama ben de bulamadım.’’ demişti. Seyfi, onu boş bir masaya oturtup, önüne arta kalan yemekleri koyduktan sonra, ‘’Cami imamını gördün mü, bu gün?’’ diye sormuş, o ise, ‘’Valla bahçeyi süpürdüm, tertemiz oldu.’’ diye karşılık vermişti. Bu adam hakikatten deliydi. Sorulan hiçbir şeye, konuyla ilgili cevap verdiğine şahit olmadım.
Onunla sık karşılaşmaya başlayınca, ben de ona selam vermeye başladım, lakin selamımı almazdı namussuz. Sanki karşısında cam gibi saydam, hava gibi boş bir şeymişim gibi; beni görmezden, duymazdan gelirdi. Sanırım yabancılarla konuşmayı sevmiyordu. Oysa kasabanın çocuklarını bile cevapsız bırakmazdı.
Gel zaman git zaman, Zülâl’den umudumu kesmiştim ki, aklıma kasabanın şivesiyle konuşmak geldi. Belki de, konuşma şeklimle onlardan biri gibi davranırsam, Zülâl de benle konuşurdu.
Bu konuda çok ciddi bir gayret sarf ettikten sonra, kasabanın kelimeleri ve şivesiyle konuşabilmeyi başarmıştım. Artık kasabalının diliyle Zülâl’e selam veriyordum; ne çare, Zülâl, selamıma gülüp geçiyor, yine cevap vermiyordu. O inat ettikçe, ben de inat etmeye karar verdim. Kendi kendime, ‘’Bak bakalım Zülâl Efendi; senin mi eşeğin kancık, yoksa benim mi?’’ diye söylenirdim; bu söylediğim bile, o yörenin sık kullandığı argo bir deyimdir.
Gerçi buradaki birçok atasözü veya deyimin küfürlü olduğunu anlamak için âlim olmaya gerek yoktu. Daha kasabaya ayak basar basmaz, herkesin nota virgül yerine, a… koyayım, dediğini görünce pek şaşırmadım doğrusu. Ama herkes olağan karşılasa da, ben bu konuda onları uyarmadan edemezdim. Seyfi’nin kahvehanesinde okey oynayan gençlere arada, ‘’Gençler ayıp ama! Diye seslenince, onlar, bir daha öyle demeyiz a… koyayım, kusura kalma hocam, derlerdi. Beş dakika sonra da herkes bildiği şekilde konuşmaya devam ederdi.
Zamanla ben de pes etmedim değil, çünkü bunları değiştirmeye imkân yoktu. Arada ettikleri küfürlerin dozu artar, dini ve milli değerlere kadar uzandığı da olurdu. Bu durumda, onlara öfkelenir, kahvehaneyi terk ederdim.
Kasabalı Zülâl hakkında pek bir şey bilmiyordu. Delidir, ama zararsızdır, der geçerlerdi. Kimdi, kimin oğlu, kimin kardeşiydi bilen pek yoktu. Kasabada kebapçı Veysi isminde yaşlı bir lokantacı vardı. Arada orada yemek yerdim. Lokantaya girince, 50 yıllık soğan kokusu, bayat çay kokusuyla karışmış gibi kokardı bu lokanta; ne var ki, kasabada başka seçenek de yoktu. Lokantadaki tahta sandalyeler, yağlı boyayla mavi renge boyanmış olsa da, zamanla onları kaplayan kirden dolayı, maviden çok, kara bir dumanın içine gizlenmiş mavi bir renge dönüşmüştü. Bir de bu sandalyelere oturmadan önce, elleyip yoklamakta fayda vardı; çünkü arada gevşemiş tahtalardan çıkmış çivilerin pantolonunuzu yırtma ihtimali de yok değildi.
Veysi Usta, bu kasabadaki en yaşlı kişilerden biriydi. Lokantası leş gibi olsa da, düz beyaz saçları daima itinayla kesilmiş, sakalı da sinekkaydı traş edilmiş olurdu. Veysi Usta’ya Zülâl’i sorduğumda, ‘’Bahçeci Ahmed’in oğludur. Belki kırk yıl önce, anne ve babası ölünce, kasabada kimi kimsesi olmayan biri olarak yaşamaya başladı. Ağabeyleri ile ablaları alamancıdır, onlar gittikten sonra bir daha dönmediler. Zülâl, tek başına, babasından kalma bahçede, iki odalı kerpiç bir evde yaşıyordu. Yaşı küçüktü. Ne bahçeye bakabildi, ne eve. Zamanla bahçe viran, ev harabe olunca, Yeşil Ahmet, onun arazisini yok parasına satın aldı. Gerçi Zülâl’e satma dediydik, ama bizi dinlemedi. Yeşil Ahmet’in şerrinden de korktuğumuz için bu alışverişe engel olamadık. Zülâl, eline para geçince, nehir kıyısında, parası suyunu çekinceye kadar bira içti. Artık ne parası vardı, ne gidecek bir yeri. Camiinin imamı Molla Hurşit, camiyi temizlemesi karşılığında, caminin arka tarafında kalan dükkândan bozma bir oda verdi ona. Zamanla oranın da kapısı kırıldı, eşyaları çürüdü gitti. O hâlâ orada yatıp kalkar. Ahali, onu aç bırakmaz ama fazla da yüzgöz olmazlar onunla. Anlayacağın bu Zülâl, kimi kimsesi olmayan, delinin tekidir.’’ diye anlattı.
Şimdi, ne Molla Hurşit ne de Yeşil Ahmet hayatta dağîlerdi. Onlar öleli çok olmuştu. Ama garip Zülâl, hâlâ hayatta hâlâ kimsesizdi…
Kasabada uğraşacak pek bir şey olmadığından, ben de Zülâl’le ilgili bir kitap yazmaya karar vermiştim. Duyduklarımı, gördüklerimi not almaya başlamıştım. Gerçi bunu sırf can sıkıntısından yazdığım için, enteresan bir şey ortaya çıkacak mı, bilmeden yazmaya devam ediyordum.
Kasabanın yaşlılarına onu sordum, gençlerinden onu dinledim. Çoğu anlatılanlar belki de gülünecek şeylerdi. Zaten kasabalı için gülünecek şeylere de ihtiyaç yok değildi.
Bir ara Zülâl’in sattığı araziyi görmeye gittim. Orada artık fırıncı Ahmet oturuyordu. Güzel ve bakımlı bir bahçeydi. Herhalde üç dönüm vardı. Bahçe, yoğun ağaç ve çalılarla dolu olduğundan bahçedeki ev neredeyse görünmüyordu. Büyük bir dağdağan ağacının altından, iki tarafı taşlarla örülmüş dar bir yoldan, bahçenin gerisindeki eve kadar gidiliyordu.
Ev, iki katlı beton bir evdi. Yeni yapıldığı belli oluyordu. Çünkü buradaki evlerin çoğu taştan yapılmış evlerdi. Zamanla, taş ustaları ölmüş veya bu işi bırakmış olmalıydılar. Artık yeni yapılan evler briketten ve beton sıva kullanılarak yapılıyordu. Taş evlerin yerini almış olan bu evleri görmek üzücüydü. Nedense, bu şirin mi şirin, yemyeşil olan kasabanın doğal yapısına aykırı gibi görünüyorlardı. Taş evler, hem daha asil hem daha güzeldi; kasabaya da daha kadim bir hava katıyorlardı.
Zülâl’in bahçesi, birçok kere el değiştirmişti. Şimdi evin avlusunda ceviz kurutmakta olan Emine Abla oturuyordu bu evde. Fırıncı Ahmet’in karısı olan Emin’e Ablaya selam verip destur istedim. Emine abla,
– Buyur Hoca Efendi; hoş geldiniz, diyerek beni davet etti. Ceviz ağacının altındaki bir kütüğün üzerine oturup onun, cevizleri soymasını izlemeye başladım. Cevizlerin kararmış olan kabuklarını bir çakı yardımıyla soyup gölgedeki bir çulun üstüne atıyordu. Elleri, ceviz kabuklarından dolayı, kimi yerleri kapkara, parmak uçlarıysa kına yakılmış gibi kıpkızıl görünüyordu.
Birkaç taze ceviz kırıp bakır bir tabakta önüme bıraktı. Yere çömelerek oturmaktan olsa gerek, ayağa kalktığında, tekrar oturmadan önce belini birkaç kere gerip öyle oturdu. Bir an, üç beş yıl sonra, tamamen iki büklüm olmuş hali gözümde canlanınca Emine Abla’ya üzüldüm doğrusu. Ona da Zülâl’i sordum. Emine Abla,
– Soyha(Uğursuz); bir gün açlıktan ölmezse iyi, dedi. Onu ne zamandan beri tanıdığını sorduğumda, Emine Abla da bildiklerini anlatmaya başladı.
– Zülâl Ağa’yı çocukluğundan tanırım. O da benimle akrandır. İlkokula beraber başlamıştık, babası ölünce okulu bıraktı. Ondan sonra da pek ortalıkta görünmedi zaten. Ya balık avlamaya gider, ya da içki zıkkımlanıp bir yerlerde sızardı. Babam birkaç kere, onu alıp bizim eve getirmişti. Leş gibi kokuyordu. Onu hamama koyup güzelce yıkar, karnını doyurduktan sonra saatlerce nasihat ederdi. Üç beş gün sonra, aynı vaziyette bir daha bulurdu. O gün bu gün Zülâl bu haldedir, dedi.
– Ona neden ağa diyorlar, diye sorunca, Emine Abla,
– Hiçbir iş yapmaz, yan gelir yatar; bundan dolayı, herkes ona ağa der, dedi. Emine Abla’nın anlatacağı başka bir şey kalmamıştı. Ben de, taze cevizleri yedikten sonra, ona kolaylıklar dileyerek kahvehaneye döndüm.
Kasabadakiler beni benimsemişti. Artık onlardan biri gibi olmuştum. Taziyelerine, düğünlerine gitmezlik etmezdim. Hatta orada, zamanla, kendimde bir aidiyet duygusu oluşmaya başladığını fark ettim. Herkesle akraba olmuş gibiydim. Arada kasabadaki dedikodulara da iştirak ettiğim oluyordu. Onların hikâyeleri ve anlıları, benimde hikâyelerim, anılarım haline gelmeye başlamıştı. Sanki ezelden beri, burada, bu insanlarla beraber yaşıyormuşum gibi hisseder olmuştum. Bir gün buradan gidecek olsam ki, eninde sonunda gidecektim, memleketimi bırakıp gitmiş gibi olacaktım. Belki de buradan başka her yer, benim için gurbet olacaktı ancak, eninde sonunda buradan gidecektim.
Ben Zülâl Ağa’ya selam vermekten usanmıştım o ise, selamımı karşılıksız bırakmaktan usanmadı. Öyle sanıyordum ki, Zülâl hakkında, Zülâl’den bile daha çok şey biliyordum. Beki Zülâl; kim olduğunu, kimin oğlu, kimlerin kardeşi olduğunu bile unutmuştu. Bense bunarın hepsini biliyordum.
Zülâl’in hayatını, yaşam şeklini bile ezberlemiştim. Sabahın köründe kalkar, kasabanın bekçisiymiş gibi, bütün kasabayı güneş doğuncaya kadar turlar, kahveci Seyfi’nin dükkânını açmasını beklerdi. Orada beleş çayını içtikten sonra, öğle yemeği için lokantacı Veysi’nin etrafında dolanmaya başlardı. Veysi Usta, ona bir şeyler verecek olsa yer, umudunu kesecek olursa soluğu fırıncı Ahmet’in yanında alırdı. Fırıncı Ahmet, asla boş çevirmez, umudunu kırmazdı onun.
En son, bir kış günü, Seyfi’nin mekânında oturmuştuk. Akşama doğru hava iyice soğumuştu. Gençler piniker oynuyorlardı. Ben de Seyfi’nin çay ocağının yanına sandalyemi çekmiş, gazete okuyordum. İçerisi iyice soğumaya başlamıştı. Seyfi, sönmekte olan sobaya odun atıktan sonra bir şiş yardımıyla alttaki közleri hareket ettirerek sobayı yeniden tutuşturdu. O sırda, dışarıdan gelen kasap Fehmi, sobanın başına geçip ellerini ısıtmaya başladı. Fehmi’nin peşi sıra içeriye giren Zülâl, soğuktan tüylerini kabartmış bir kedi gibi, sessizce sobanın başına gitti. Onu fark eden Fehmi, sobaya yaklaşmasına engel oluyordu. Zülâl bir iki hamle yapmış, Fehmi ise onun önüne geçerek sobaya yaklaştırmamıştı. Aklınca eğleniyordu. Garibanın haline acımış olsam da müdahale etmek istemedim. Ne de olsa, Fehmi sıkılıca onu rahat bırakacaktı.
Zülâl kirli ellerini koca göbeğinin üzerinde birleştirerek Fehmi’nin gitmesini beklemeye başladı. Fehmi ellerini ısıttıktan sonra, ‘‘Bıkmadınız mı lan, şu pinikerden! 66 oynayacak kimse yok mu?’’ diye bağırdı. Tek başına oturan taksici Osman, ‘’Gel de bir ifadeni alayım, anlaşılan sen, yenilmeye doymuyorsun .’’ diyerek Fehmi’ye meydan okuyunca, Fehmi sobayı Zülâl’e bırakarak Osman’ın yanına gidecekken, sobaya yaklaşan Zülâl’in ensesine öyle bir tokat yapıştırdı ki, tokadın sesini minaredeki müezzin bile işitmiştir.
Kahvehanede oturanlar, Zülâl’e bakıp kahkahalarla gülmeye başladılar. Oturanlardan biri, ‘’Fehmi; bir tane de benim için yapıştır şu soyhaya!’’ dediyse de Allah’tan, Fehmi ikinci tokada niyetlenmedi. Yoksa Fehmi’nin burnuna yumruk atmak için hazırlanmıştım.
Fehmi, Osman’ın karşısına oturup, ‘’Dağıt bakalım kâğıtları.’’ diyerek, masada kalmış olan simit parçasını ağzına attı. O sırada kahveci Seyfi çay dağıtıyordu. Fehmi’nin arkasına geçince, kocaman elleriyle Fehmi’nin ensesine öyle bir tokat patlattı ki, Fehmi’nin ağzındaki simit o sırada, kâğıt karmakta olan Osman’ın suratına fırlayıverdi. Osman, kâğıtları masaya bırakıp yüzünü temizlemeye başlayınca, Fehmi de ayağa kalkarak, kendisine tokat atan Seyfi’ye dik dik baktı. Seyfi bu sefer de, Fehmi’nin yanağına sevecen iki tokat şaplatıp, ‘’Şeytanınız bol olsun gardaş; çay mı, oralet mi?’’ diye sordu. Fehmi’nin maçası yememişti anlaşılan. Sandalyesine geri oturup sessini çıkarmadan Osman’a baktı. Kahvehanedekiler bu sefer gülmedi tabii.
O sırada, ellerini ısıtmaya çalışan Zülâl, sanki hiçbir şey olmamış gibi, olduğu yerde, iki yana salınıp duruyordu. Ona acımıştım, ama Seyfi babalık yapıp öcünü almış olduğundan rahatlamıştım. O akşam, Seyfi’ye saygım kat kat artmıştı. Zülâl’e baktığımda ise çok üzülmüştüm. O tokat, sanki bana atılmış gibi, içimde bir yere oturmuştu.
Karanlık çökmüş, kahvehanedekiler oyunlarına dalmıştı. Zülâl, kaşla göz arsında, Seyfi’nin verdiği duble çayı da içtikten sonra sıvışıp gitti. Ama peşini bırakmaya niyetim yoktu. Ne olursa olsun, benimle konuşmasını sağlamalıydım. Hem bu soğukta sokaklarda kalmasına gönlüm razı değildi.
Peşinden dışarı çıktım, soyha gözden kaybolmuştu bile. Gerçi nereye gidebilirdi ki, zavallı adamın gidebileceği tek yer, caminin avlusuydu.
Onu, avludaki şadırvanda oturmuş, ellerini yıkarken buldum. Avluyu aydınlatan sarı ışıklı lambanın adlında, koyu karanlık bir gölge gibiydi. Sanki paslanmış bakırdan dev bir heykel gibi görünüyordu. Şadırvana düşen gölgesi manzarayı daha ürkütücü yapıyor olsa da, usulca yaklaşıp,
– Selam, Zülâl Ağa, dedim. Doğrusu bana karşılık vermesini ummuyordum. Aylardır selam verdiğim halde, bir kere bile selamımı almış değildi. Başını önüne eğmiş, çeşmeden sicim gibi incecik akmakta olan suya dalmıştı. Selamımı tekrarlayınca, ani bir hareketle yüzüme bakarak,
– Muallim Efendi; ne diye götümde dolanıyorsun! Diye çıkıştı. Nihayet, argo olsa da bir karşılık vermişti. Onu ürkütmek istemiyordum, belki benimle konuşacaktı artık.
– A! Çok ayıp, öyle denir mi? Diyerek yanına oturdum,
– Neymiş ayıp olan?
– Götümde dolanıyorsun, denmez, dedim.
– Ne denir peki; hem Emine Abla bile öyle der; bahçeye her çıktığında, yem vereceğini sanan tavuklar peşine takılır onun. O da, ‘’Ne götümde dolanıyorsunuz!’’ diye bağırır. Vallahi, o da öyle der, dedi.
– Peki, haklısın. Kusurumu affet; nasıl istersen öyle konuş, yeter ki konuş, dedim.
– Bak Muallim Efendi; çok tehlikeli iş yaparsın sen, deyince şaşırmıştım. Neyi kastettiğini de anlamadığım için,
– Nasıl yani? Diye sordum. Zülâl, hâlâ sicim gibi akan suyu parmaklarıyla tutmaya çalışır gibi yapıyordu. Sanki bunu yapmaktan derin bir haz alıyor gibiydi. Ses etmeden konuşmasını bekledim. Üşüyen ellerini sudan çekip kirli gömleğiyle kuruladıktan sonra,
– Sen Zülâl’in peşindesin, dedi.
– Evet, senle konuşmak istiyordum, dedim.
– İyi de, Zülâl Ağa’nın peşinde olsan çoktan konuşurdum seninle ama sen, Zülâl’in peşine düşmüşsün, dedi. O, böyle söyleyince, Zülâl’in çift kişilik taşıdığından şüphe ettim. Ama tam olarak ne demek istediğini de çok merak etmiştim.
– Zülâl kim, Zülâl Ağa kim; ikisi aynı değil mi? diye sordum.
– Zülâl Ağa, benim, ama ben Zülâl Ağa değilim, dedi.
– Gerçekten merak ettim; anlat bakalım, dedim.
– Zülâl Ağa’yı kasabalılar yarattı ama o, ben değilim. Ben ise Zülâl Ağa’nın öldürdüğü Zülâl’im. 35 yıl önce onu yok ettim. Ya da öyle sanıyorum, dedi. Anlattığı şey, baya karışıktı ama deli sözüne de benzemiyordu.
– Zülâl kim? Diye sordum.
– Babam; temiz, saf, pak anlamında bu ismi vermiş bana. İyi bir adamdı babam. Ağabeylerim ile ablalarım ise yurtdışına, daha ben doğmadan önce, gittiklerinden onları hiç tanımadım. Ben ilkokuldayken, önce annem sonra babam vefat etti. Ben de okulu bırakmak zorunda kaldım. O zamana kadar zülâl’dim ben.
– E! Sonra ne oldu?
– Sonra yeşil Ahmet geldi. Arazimi satın almak istiyordu. Doğrusunu istersen, bahçe işinden pek anlamıyordum. Bahçeyi yabani otlar kaplamış, evin damı da çökmüştü. Yeşil Ahmet arada gelir, ‘’Oğlum bu böyle olmaz; yazık şu bahçeye, bana sat, ben ilgileneyim.’’ deyip duruyordu. Fırıncı Ahmet ile Molla Hurşit, ‘’Sakın bu boku yeme.’’ dedilerse de, ben o boku yedim. Yeşil Ahmet, her geldiğinde, kızını da gözüme sokar gibi yanında getirirdi. Sarışın ve salak bir kız olsa da çok sevimliydi. Gel zaman git zaman, bu kıza tutuldum. Akrabaları, bahçeni ona satarsan kızı sana seve seve verir diyorlardı. Daha 14 yaşındaydım. Ben de inandım. Yeşil Ahmet’in gözüne girmeliydim. Bahçeyi yok pahasına sattım ona. Tapusu Ethem Amca’daydı. Babamın dostu olan yaşlı bir adamdı, Ethem. Konuşunca iki tane sesi varmış gibi konuşurdu. Bir sesi ince, bir sesi kalındı. Sanki boğazının içinde iki tane cüce varmış gibiydi. Yeşil Ahmet’e kızmıştı ama Yeşil Ahmet, allem etti kallem etti, benim de rızam olduğunu söyleyince, Ethem Amca da tapuyu ona verdi.
– Yani bahçeyi böyle kaybettin, öyle mi?
– He, öyle. Sonra Yeşil Ahmet’in kızını istemeye gittim. Yeşil Ahmet, ‘’Bre densiz, sen kim kızımı istemek ne; çulsuz yetim, defol karşımdan.’’ diyerek beni kovdu. Kovarken de, bir zamanlar benim olan bahçeye girmemi yasakladı. Bizim millet fitneci ve fırıldaktır. Gidip Yeşil Ahmet’e, ‘’Senin kız salaktır; sakın Zülâl, onu kaçırmasın.’’ diye fit vermişler. İki gün sonra kızı, komşu köydeki yeğenine, verdi. Bir hafta olmadan düğünü olmuştu bile.
– Kız da elden gitti. Peki sonra?
– Elime geçmiş olan paranın her meteliğiyle içki alıp içtim. Artık ne yıkanıyor, ne camiye gidiyor, ne de bir iş yapıyordum. Orda burada sızıp kalıyordum. Arada Fırıncı Ahmet beni bulur, evine götürürdü. Beni yıkayıp temizler, ‘’Evladım gel yanımda çalış.’’ derdi. Ama benim fırında çalışmaya niyetim yoktu. Yine gider içer içer, bir yerlerde sızardım. Fırıncı Ahmet, en son beni bulduğunda kötü hastalanmıştım. İçki satan Hakan’a gidip, ‘’Zülâl’e bir daha içki satarsan seni vururum.’’ diye tehdit etmişti. Ama ne Hakan, ne de ben onu dinlemedik. İyi olur olmaz, kendimi sokaklara atıp yine içmeye başladım. Fırıncı artık beni bir daha aramadı. Ben de utandığım için onun yanına gitmedim.
Kısa sürede param bitmiş ve çok acıkmıştım. Oltam olsa nehirde balık avlardım belki ama oltam da yoktu. Nereye gittiysem kovuldum. Lokantacı Veysi bile beni kovmuştu. İki gün it gibi dolaşmış, sonra açlıktan bayılmıştım. Uyandığımda, Molla Hurşit başımdaydı. Beni, gasilhanede yıkamışlardı. Hatta uyandığımda teneşirin üzerindeydim. Yeni giysiler giydirmişlerdi. Uyanınca, önüme yemek koydular. Kurt gibi acıkmış olsam da fazla yiyemedim. Molla Hurşit, ‘’Doydun mu?’’ diye sorunca başımla evet dedim. Sonra ne ettilerse konuşmadım. Delirmiş, dediler. Fırıncı Ahmet, ‘’Benim suçum; herkese, onu aç bırakarak terbiye edelim, diyen bendim.’’dedi. O zaman, neden kimsenin bana yemek vermediğini anladım. Bana oyun etmişlerdi. Akıllarınca, Zülâl yalvaracak ve iş isteyecekti. Ama neredeyse ölüyordum. İçimden; siz, Zülâl’e oyun edersiniz ha! Dedim. Ondan sonra, deli numarası yapmaya başladım. İşte o gün Zülâl, o gasilhanede gerçekten öldü. Ve Zülâl Ağa, o gün doğdu, dedi.
Zülâl’in anlattıkları hayret vericiydi. Olayın iç yüzünü belki benden başka bilen de yoktu. 15 yaşında deli numarasıyla kasabalıyı kandırmış, 35 senedir bunu devam ettiriyordu.
-Sen ise tuttun Zülâl’in peşine düştün. Millet, onun yaşadığını, deli olmadığını anlarsa ne olur biliyor musun?
– Vallahi bilmiyorum, ama senin için üzülüyorum. Bu soğukta, cami avlusunda yaşıyorsun. Bir gün aç, bir gün toksun. Üstün başın perişan. Seni bu halde görmek içimi parçalıyor, dedim.
– Bak Muallim Efendi; 35 yıldır Zülâl’le konuşan tek kişi sensin. Ama bunu, kimseye anlatayım deme. 50 yaşıma kadar hal, vaziyet buydu. Bundan sonra da böyle kalsın, kurcalama, dedi.
– Keşke o kadar kolay olsa ama senin bu haline dayanamıyorum. Gel, benim evimde kal; nereye gidersem, seni de yanımda götürürüm, dedim. Zülâl, teklifime kahkahayla güldü,
– Yahu sen, benden daha delisin, dedi. Nedenini sorunca,
– Zülâl öleli 35 yıl oldu. Bu ceset, senle nereye gelsin. Hem ben, sevgilimi bekliyorum, dedi. Ben de Yeşil Ahmet’in kızı sanarak,
– O, evlenmedi mi? Dedim.
– Ne evlenmesi Muallim; o, para biriktirip burada iş kurmaya gelecek, ben de onu koruyacağım. Tek seferde, iki üç ton odun kırabilirim. Güçlü ve kuvvetliyim, dedi.
– Yahu! Yeşil Ahmet’in kızı değil mi o, evlendi, dedin ya!
– O salak da nereden aklına geldi; ben Zeliş’i diyorum, dedi. Zeliş diye birini ilk kez duyuyordum.
– Bak onu hiç duymadım, dedim.
– O, benden 15 yaş küçüktü. Benim gibi yetim kalmıştı. Yani bu kasabada iki yetim yaşadı. Biri Zülâl, diğeri Zeliş’ti. Zülâl deli olmayı seçti, deyince, merakla,
– Zeliş ne oldu peki? Diye sordum. Hava buz gibi olmuştu. Zülâl da belli ki üşüyordu. Ama benimle konuşmak için olsa gerek, soğuğa tahammül etmeye çalışıyordu.
– İstersen, benim eve gidelim; sobayı yakar, çay demler ve sabaha kadar konuşuruz, dedim.
– Katiyen olmaz; Zülâl Ağa, hiç kimsenin evine gitmez, dedi. Ben de,
– Zülâl, peki; o da gelmez mi? Diye sordum.
– O, öldü dedik; anlamıyor musun! Diye haykırdı. Öfkelenmişti. Daha fazla öfkelendirmeye niyetim yoktu.
– Tamam, kızma hemen; üşüdük biraz, kapalı bir yere geçsek iyi olur, dedim.
– O halde sen, benim evime gelmelisin, dedi. Ev dediği, caminin arkasında taştan yapılmış bir mağara gibiydi. Kapısı da yoktu ama en azından poyrazı yemeye devam etmeyecektik. Kalkıp Zülâl’in inine gittik. Çünkü burası, anca bir in olabilirdi. Taşlardan yapılmış kubbeli bir yapıydı. Altı metre kare anca vardı. Duvarlar, içerde yakılmış şeyler yüzünden, kapkara olmuştu. Tavana yakın yerleri örümcek ağları kaplamıştı. Odanın bir yanına kartonlar serilmiş bir yanına da onlarca gazete istiflenmişti. Gazeteler, muntazam şekilde istiflenmiş olduğundan yakmak için getirmediğini anladım. Ama ne yapmak için biriktirmiş olduğunu anlayamamıştım.
– Bu gazeteler ne için? Diye sordum.
– İlk sorunun cevabını vermedim daha, sabret, dedi. İlk sorum mu, dedim kendi kendime. Ne sorduğumu hatırlayamamıştım çünkü. Zülâl,
– Zeliş de, hem yetim hem öksüzdü, deyince, sorduğum soruyu hatırladım. Normalde, sorulan hiçbir soruya normal karşılık vermeyen Zülâl, neredeyse aklımla oynuyordu. Çok tuhaf bir durumdu bu durum, ama hoşuma da gitmişti hani. Zülâl’in karşısına bir yere oturdum ve dinlemeye başladım.
– Zeliş’in memeleri belirginleşmeye başlamıştı. Kızıl saçlı, beyaz tenli, fıstık gibi bir kız olmuştu. Okusaydı, muhtemelen öğretmen falan olurdu ama o, orospu olmayı seçti, dedi. Zülâl bunu deyince, Tükürüğüm boğazımda kalmış, neredeyse boğulacak gibi olmuştum. Çok fena öksürdüğümü gören Zülâl, ‘’Su getireyim mi?’’ diye sordu ama ben, ‘’İyiyim, iyiyim.’’ diyerek, sen anlat anlamında işaret ettim.
– Yetimin biri deli, diğeri orospu olmuştu, anlayacağın. Gerçi beni ilgilendiren bir şey değildi bu. Zaten onunla hiç konuşmuşluğum da yoktu. Hani sen, götümde dolanırken seni cevapsız bıraktığım gibi, onu da cevapsız bırakırdım, dedi.
– Ona, neden cevap vermezdin? Diye sorunca,
– Bunu ben de bilmiyorum, dedi. ‘’Öyle olsun bakalım.’’ diyerek anlatmasını bekledim. O, anlatmaya devam etti.
– İki yıl önce, bir grup sarhoş, bunu kıyıya götürüp eğlenmek istemişti. Gittiklerini de gördüm tabii. Akşama doğru, Zeliş’in küfürler ederek buradan geçtiğini gördüm. Tam odamın kapısına gelince durup, ‘’Ne orospu çocukları var; madem paranız yok, ne diye beni çağırırsınız?’’ diye söylenip duruyordu. Ardından da, ‘’Ulan bakkal bile veresiye vermez, mal oğlu mallar, şerefsizler! Siz kim, Zeliş’i, beleş kucağa oturtmak ne?’’ diyordu. Ben bile tırsmıştım ondan. Kurt gibiydi o gün; tuttuğunu parçalayacak gibiydi. Sonra, odama girip bir köşede oturdu. Sesiz sedasız ona bakıyordum. ‘’Ulan Zülâl, buradaki tek akıllı sensin ya, Senin de paran yok!’’ dedi. Hiç bir şey demedim. ‘’Paran olsaydı beni alır mıydın?’’ diye sordu, sonra kendi cevapladı, ‘’Ulan oğlum; kızıl saçlıyım, memelerim kar gibi beyaz, taş gibi sert; beni almayıp da ne yapacan.’’ dedi. Söyledikleri hoşuma gitmişti. Hayatımda annem hariç, hiçbir kadına dokunmuş biri değildim. Zeliş’ten çok etkilenmiştim. Kızıl saçları ipek gibiydi. Yüzü, marulun kökü kadar beyazdı. Kokusu, nergis bahçesi gibiydi. Ona dokunmak, öpmek, okşamak istiyordum. Sanırım o da istiyordu. Oturduğu yerden kalkıp yanıma sokuldu. O yaklaştıkça, kalbimin arada bir durup tekrar çalıştığını hisseder gibi oldum. Nefesim tıkanınca kalbimde duruyordu. O, sokulmaya devam ettikçe kalbim, Yeşil Ahmet’in bozuk traktörü gibi tekleye tekleye çalışıyordu. Başını tam göğsüme koymuştu ki, kokusu beni cenneti alaya kadar götürüp getirdi. Kendimden geçecek gibi oldum o esna da, diyerek susan Zülâl’e bakıyordum. Anlatmasını sürdürsün diye de, konuşmasını bölmüyordum. Zülâl susmuş ve dalmıştı. Ben ise meraktan çıldırmak üzereydim. O, anlatırken Zeliş’in saçlarını okşamış ve göğüslerini öpmüş gibi hissettim. Başka şeyler de hissettim de o kalsın. Baktım Zülâl konuşmayacak,
– E! Sonra ne oldu, dedim. Zülâl, sanki girdiği düşten çıkmak istemiyor gibiydi. Daldığı hatırayı, belki de şu anda yaşıyordu. Konuşmazsa biraz kendi haline bırakayım, dedim. Ağır ağır yüzünü bana çevirdiğinde, iğrendiğini hissettim. Kendi kendime, ‘’Düşündüklerimi anlamışsa boku yedim.’’ dedim Zülâl,
– Artık o esnada nasıl kokuyorduysam; Zeliş, öğürerek üstüme kustu. Kıyafetimde, bir anason kokusu eksikti, o da tamam olmuştu. Sonra, ‘’Affedersin Zülâl, midem kalktı.’’ dedi. Ben hâlâ susuyordum. ‘’Ama sen de, murdar eşeğin karnındaki ölü balık gibi kokuyorsun; hiç mi yıkanmazsın be adam!’’ diye bağırdı. Bir de üstümü temizlemeye kalkmasın mı! Eline aldığı gazeteyle, beni temizlemek için yaklaşınca, kafama da kusmak zorunda kaldı. İkinci kere kusunca, ‘’Eşeğin dölü, git nehirde yıkan; pislik herif.’’ dedi. Sonra ‘’Zülâl, ben yarın büyük şehre gideceğim; orada orospuluk yapıp para biriktireceğim. Sonra buraya dönüp bir tuhafiye dükkânı açacağım. O zamana kadar beni bekle. Seni de yanıma alırım. Sen beni korur, ben de para kazanırım. Gül gibi geçinir gideriz.’’ dedi ve gitti. Ondan sonra onu, ne gördüm ne de duydum. Böyle işte. Sanırım ona âşık olmuştum, dedi. Zülâl bunu anlatınca, ne diyeceğimi bilemedim.
– Zülâl, hiçbir kadınla olmadın mı? Diye sordum.
– Yok, olmadım, dedi. Her bakımdan acınacak bir adam olduğundan, bir şeyler yapmalıydım.
– Bak, seni, berber Hasan’a götürüp traş edelim. Sonra hamama götürüp yıkayalım. Sana bir de güzel bir kıyafet alalım; tabii bütün masraflar benden, dedim. Zülâl,
– Olmaz, bir deli böyle giyinirse millet alay eder, dedi. Nasıl bir mantıktı bu böyle. Deli de olsa deli gibi giyinip, deli gibi davranmak zorunluluğu vardı; aksi delilikti. Deliliği anlamak pek mümkün değildi ya, her neyse…
– Yahu! Seni, böyle giydirip kerhaneye götürmek istiyorum; sen de onların bir tadına bak, dedim. Zülâl, utanmıştı.
– Muallim Efendi; olmaz dedik ya! Dedikten sonra yüzünü bağrına gömdü. Yüzü kir içinde olmasaydı, muhtemelen kızardığını görebilecektim.
– Neden olmazmış, sen de insan değil misin? Diyerek, onu teşvik etmek istedim.
– Olmaz! Hem ben, benim orospunun üzerine gül koklar mıyım? Dedi. Zeliş’ten başka bir kadını istemediğini açık açık söylüyordu. Bu deli, namuslu bir deliydi anlaşılan.
– Keşke evlenip Fırıncı Ahmet’in yanında çalışmış olsaydın, dedim. Ahmet Abi, sana iyi bakardı; hem Emine Abla da iyi insandır, onların yanında mutlu ve huzurlu olurdun, dedim.
– Benim gibi ayaşa kim kız versin. Hem kumarbaza, hırsıza ve ayaşa kız verilmez, bilmiyorsan öğren, dedi.
– Yahu tevbe edersin! Yeni bir başlangıç her zaman mümkündür, dedim.
– Yahu Muallim! Hiç orospu tevbe tutar mı? Diye, lafımı ağzıma tıkadı. Sonra anlatmaya devam etti.
– Çin Çin Ali diye bir kumarbaz vardı. Komşu köydendir. Bağının, bahçesinin hasadını alır her yıl kumara verirdi. En son yüklü parayla buraya gelmişti. Seyfi’ler onu araya alıp kare asları, kafasına kafasına vuruyorlardı. Saatine kadar aldılar; sonra da siktir ettiler onu. Her şeyini kaybeden Çin Çin, köpek gibi kuyruğunu bacağının arasına kıstırıp, ayağı yanmış it gibi, bir oraya bir buraya gidip geldi. Baktı ki olacak gibi değil, gözden kayboldu. Kumarbazlar asla iflah olmaz, değil mi? Dedi.
– Çin Çin’e acıdım doğrusu; zavallı adamın bütün emeği gitmiş; hem bizim Seyfi’ye de yakıştıramadım, dedim.
– Ne acıması Muallim! Onun kafasına kurşun sıksan, yarım saat kafatasında dolaşsa bile beynine isabet etmez. Asıl acınacak olan, karısı ve çocuklarıdır, dedi. Zülâl haklıydı. Böyle adamlara acımayacaksın. Zülâl’le konuşmak çok keyifli olmuştu. Anlattıkları, hem ilginç hem hayat dersleriyle doluydu.
– Zülâl; yıllardır caminin avlusunu temizlersin, neden tevbe edip namaza başlamadın. Belki bu hallere düşmekten iyi olurdu, dedim.
– Rahmetli Molla Hurşit, bana ne telkinlerde, ne nasihatler de bulundu bir bilsen. Kocaman ak bir sakalı vardı. Siyah gözlerinden heybet fışkırırdı onun. Arada beni, karşısına alıp kalayı basardı. İki saat konuştuğunu bilirim. Din, iman, kitap… Neler anlatırdı bir bilsen, dedi ve yine sustu. Yine eski bir hatıranın içinde yüzdüğünü anlamıştım.
– Bari onu dinleseydin, dedim. Zülâl,
– O, görevini yaptı ve gitti. Ben de kendi görevimi yapıyorum, dedi.
– Seninki bir görev sayılmaz, kendini kandırma, dedim.
– Bak Muallim Efendi; şu gazeteler gibi, bir kamyon gazete okudum. Beni cahil sanma, deyince, o gazetelerin burada ne aradığını anlamış oldum. Belki yüzlerce gazete vardı orada.
– Estağfullah; sana cahil demek haddim değil, dedim.
– Molla Hurşit, Fırıncı Ahmet, Ethem Amca ve diğer rahmetli olan ve yaşayan herkes, bana nasihat etti. Ama onlar, sadece kendi sorumlulukları gereği yaptı bunu. Beni gerçekten düşünen olmadı. Onlar, Zülâl Ağa ile konuştular. İçlerinden hiç kimse, Zülâl’le konuşmadı. Zülâl’i isteyen, onu özleyen, onun farkında olan bile olmadı. Ondan ötürü sana, tehlikeli iş yaparsın, dedim. Çünkü Zülâl, ortaya çıkacak olursa dışlanır; kimse, onu istemez. Milletin istediği Zülâl Ağa’dır. Sen de Zülâl’i kabrinde rahat bırak, dedi.
– O, daha ölmemiş, bak senin içinde yaşıyor, dedim.
– Vücutlar, topraktan daha kesif bir kabirdir; oradaki cesetler, asla dirilemez, dedi. Zülâl’i, ben de ikna edemeyeceğimi anlamıştım. Cebimden biraz para çıkarıp ona uzattım.
– Al bunu, yarın karnını doyurursun, dedim.
– Sen Zülâl’i gördün; senin paranı alamam, dedi. Israr etiysem de İnadı engin çıkmıştı yine. Parayı almadı. Hava buz kesmişti. Dışarıda, kulakları jilet gibi kesen bir rüzgâr esiyordu. Zülâl’den müsaade isteyerek, oradan ayrıldım. Belki yiyecek bir şeyler almalıydım ama hava o kadar soğuktu ki, kendimi eve zor attım…
Ertesi gün kahvehaneye gittiğimde, herkes hüzünlü görünüyordu. Seyfi, önüme bir bardak çay bırakarak,
– Hocam; dün gece Zülâl, o izbede her ne içtiyse artık, ölü bulundu, dedi. Bunu duyunca nutkum tutulmuştu. Ne ağlayabildim, ne de konuşabildim. Doğrusu merak etmiştim. Kendimi zorlayarak da olsa,
– Nasıl yani! Ciddi misin? Diye sordum. Berber Hasan,
– Doğru, diyerek, anlatmaya başladı, ‘’Sabahleyin, ona yemek götürmüş, imamın oğlu yani; birde bakmış ki, kolları davul gibi şişmiş ve mosmor olmuş Zülâl’in. Çocuk korkup babasını çağırmış. İmam Efendi, onu incelemiş. Dediğine göre, yarım şişe ispirto içmiş, sonrada sızmış. Duvarların arasından çıkan üç tane akrep kollarını ısırmış ama akrepler bile onun kanındaki ispirtodan ölmüşler, diye anlattı. Seyfi,
– He ya! Namussuzun kanı, zehir gibi sokan akrepleri bile öldürmüş, dedi. Kahvedekiler,
– E! Olacağı buydu. Çok bile yaşadı şerefsiz, dediler. Ben, bu konuşmaları daha fazla dinlememek için, kendimi kahvehaneden dışarı attım. Camiye gidip imama Zülâl’i sordum,
– Zülâl ha, Allah, taksiratını affetsin. Öldü, dedi.
– Cesedini ne yaptınız? Diye sorunca,
– Yahu! Yıkayıncaya kadar üç kere kustum. Aylardır yıkanmıyordu mendebur. Bilmiyorum, biz mi ondan, o mu bizden kurtuldu bir şekilde safi olduk, dedi. Biraz daha kalsaydım imamın yüzüne ben de kusacaktım. Mezarını sordum, ‘’Kale altına gömdük.’’ dedi. Doğruca mezarına gittim…
Zülâl’in mezarını görünce duygulandım, boğazım düğüm düğüm oldu. Kafasın olduğu yere, siyah bir taş koymuşlardı bu bahtı karanın. Ama çevresine taş dizen olmamıştı. Onu örten toprak, koca göbeğinden olsa gerek, büyükçe bir kubbe gibi duruyordu. Oradaki en büyük mezar, sanırım onunkiydi. Mezarının etrafına taş dizdikten sonra, başucunda bir Fatiha okudum. Mezarını sulayacak su yoktu orada. Birkaç dakika gözyaşlarımla suladım toprağı. ‘’Hakkını helal et Zülâl.’’ dedim ve oradan ayrıldım…
Son


Orhan Aksoy
yazarorhanaksoy@gamil.com










Sinan

TUHAF BEBEK
Doğumhanenin önünde telaşlı bir bekleyiş sürüyordu. Zühal içeri alınalı üç saat olmuş, doğumun gerçekleştiğini henüz haber veren olmamıştı. Ahmet, kız kardeşi Pervin’e,
– Bu kadar uzun sürmesi normal mi? Diye sorunca,
– Daha uzun sürdüğü de olur, merak etme, dedi. Ahmet koridorda karar bekleyen bir hükümlü gibi, bir o yana bir bu yana volta atıp duruyor, arada saatine bakarak derin nefesler çekip Pervin’e bakıyordu. Pervin, onun çaresiz bakışlarıyla karşılaşınca her şey yolunda der gibi tebessüm ediyor, bebeği karşılamak için sabırsızlansa da belli etmemeye çalışıyordu. Ahmet kaygılı bakışlar atmaya, Pervin de gülümseyerek onu rahatlatmak için uğraşmaya devam ediyordu.
Az sonra beyaz bir battaniyeye sarılı küçücük, sevimli, dudakları eğri büğrü ağlayacakmış gibi bakan bebekçik, halası Pervin’in kucağına verilince, Ahmet gözyaşlarını tutamadı. Bebeği getiren hemşireye,
– Zühal iyi mi? Diye güçlükle sorabildi.
– Tabii ki iyi, birazdan doğum servisindeki odasına alacağız, siz de bebeği alıp orada bekleyebilirsiniz, dedi. Ahmet’le Pervin Zühal’i beklemek için servisteki odaya gittiler. Bebeği merakla inceleyen babası, onu henüz kucağına almaya cesaret edememişti. Pervin,
– Onu alsana, ne duruyorsun! Diyerek bebeği Ahmet’e uzattı. Ahmet, önce kararsızca uzanacak gibi olduysa da,
– Hayır, nasıl tutacağımı bilmiyorum, alamam, dedi.
– Benim tuttuğum gibi tutacaksın; bak, sırtını ve ensesini kolumla destekliyorum, böyle tutacaksın, diyerek tarif etiyse de,
– Eve gidince alırım onu, ama şimdi alamam, diyen Ahmet’in yüzü kızarmıştı. Utandığını anlayan kardeşi,
– Beceriksiz! Peki, eve gidince tutmayı öğretirim, diyerek bebekle ilgilenmeye devam etti.
Zühal getirilmeden önce, bebeği teslim eden hemşire odaya gelip bebeğin dosyasına bir şeyler yazdıktan sonra,
– Hiç ağladı mı? Diye sorunca, Pervin,
– Hayır, uslu uslu durdu, hiç ağlamadı, dedi.
– Sizi kaygılandırmak istemem ama doğduğundan beri ağlamadı, ilk kez ağlamayan bir bebek görüyorum, dedi. Ahmet,
– Yani! Kötü bir şey yok değil mi? Diyerek kaygılı bir şekilde bakınca,
– Hayır, yok, yok da, ağlamaması tuhaf, doktor bey gelince ona sorarsınız, dedi. Ancak Ahmet bu durumdan kaygı duymuştu,
– Ağlaması lazım, öyle mi?
– Öyle, ama şart değil.
– Ya ağlamazsa!
– İnanın bildiğin bir şey değil. Ama bütün tetkikleri, tahlilleri birazdan yapılacak; bir sorun olduğunu sanmıyorum. Çok sağlıklı görünüyor, dedi. Ahmet dudaklarını kemirmeye başlamıştı. Zaten ne zaman kaygılansa ya tırnaklarını ya dudaklarını kemirmeye başlardı. Pervin yine onu rahatlatmak için,
– Çok tatlı ve sağlıklı görünüyor; bir sorun olduğunu sanmıyorum, dedi. Hemşire odadan çıkmak üzereyken, Zühal de sedyeyle odaya getirilmişti. İyi görünüyordu. Onu yatağa yatırıp yatağın başlığını 45 derece yükselterek, yarım oturur pozisyona getirdiler. Zühal’i getiren personeller gidince Pervin, bebeği annesine verdi. Bebeği bağrına basan anne, onu emzirmeye başladı. Bebek gayet iştahlı bir şekilde annesini emmiş sonra da uyumuştu. Uyuyan bebeği bebek yatağına koyan halası, parmaklarıyla bebeğin dudaklarına dokunarak seviyor, “Ne tatlı, çok sevimli.” diye konuşurken. Zühal,
– İsmi Sinan olsun demiştik, ona artık Sinan diyelim, olur mu? Deyince Pervin’le Ahmet, tek ağızdan, “Evet, Sinan güzel isim.” dediler. Annenin yatağını daha düz pozisyona getirdiklerinde, yorgun olan anne, gözlerini kapatıp, uyudu.
Bir saat sonra, saat üçe doğru, odaya iki doktor gelince Zühal’i uyandırdılar. Doğumu gerçekleştiren doktor,
– Zühal Hanım nasılsınız? Diye sorduğunda, doğumu gerçekleştirmiş olmanın gururuyla, mutlu olduğu belli oluyordu. Zühal minnet dolu bir ses tonuyla,
– Teşekkür ederim hocam; çok iyiyim, diyerek mahcup ve müteşekkir bir edayla doktorlara bakıp, biraz da merakla doktorun söyleyeceği şeyleri bekleyedurdu.
– Selim hocamız bebeği muayene edecek, daha sonra sizi taburcu edebiliriz, dedi. Zühal diğer doktorun Sinan’ı muayene edişini seyrederken, Dr Selim,
– İsim koydunuz mu, diye sorduktan sonra, bebeği yattığı yerde muayene etmeye devam etti. Ahmet,
– İsmi Sinan, annesi koydu, dedi. Doktor Selim,
– O! Çok güzel isim, Sinan nasılsın! Diyerek, bir yandan bebekle konuşuyor, bir yandan da muayene etmeye devam ediyordu. Kollarını, bacaklarını inceleyen doktor, bebeğin idrarını, kakasını yapmış olduğunu görünce,
– Sinan gayet sağlıklı, tahlilleri de çıksın; sizi evinize yollayalım, dedi. Tam muayeneyi bitirmek üzereyken bebeğin, kol saatine baktığını fark eden doktor, parlak sarı saatini bebeğe göstererek hareket ettirmeye başladı. Bebek gözleriyle saati takip ediyordu. Dr Selim’in yaptığı deneyi fark eden doğum uzmanı,
– Takip ediyor, değil mi? Diye sorunca, Dr Selim,
– Evet, takip ediyor, dedi. İki doktor şaşkın şaşkın bakışınca, Pervin,
– Hocam doğduğundan beri hiç ağlamadı, bir sorun yok değil mi? Diye sorunca, iki doktor,
– Yooo, hayır! Bir kaç gün sonra kontrole gelin, ama bir sorun yok, diyerek odadan çıktılar…
Doğum uzmanı bebeği muayene eden Dr Selim’e
– Gerçekten garip bir durum değil mi? Bebek doğduğundan beri hiç ağlamadı. Bir de senin saatini takip etmesi inanılır gibi değil; sen ne dersin, diye sorunca, Dr Selim, alnına dökülen uzun kır saçlarını eliyle arkaya atarak,
– Bilmem, belki tesadüf; daha küçücük bir bebek; sağlıklı görünüyor, tüm tetkiklerini istedim; olmadı, Kulak Burun Boğaz’dan konsültasyon rica ederim. Ses tellerini incelesin bakalım, deyince,
– KBB’lik iş olduğunu sanmıyorum, çünkü ağlamak sadece sesle yapılan bir şey değil; ağlayanın bir de yüz ifadesi vardır, ama bu bebekte böyle bir yüz ifadesi de görmedim, dedi.
– Mental Reterdasyon olabilir mi? Diye sorunca,
– Evet, benim korkum bu, belki zekâ ile ilgili, daha doğrusu beyin ile ilgili bir sorunu olabilir; bence onları taburcu edip, bir kaç gün sonra Nöroloji ve ya Beyin Cerrahisi’ne muayene olması için bebeği getirmelerini söyleyelim, deyince,
– Evet, haklısın. Tahlilleri çıksın; sorun yoksa eve gönderelim, dedi…

Saat 17’ye doğru Zühal’i vizite gelen Doğum Uzmanı, onları kaygılı görünce,
– Hayrola, neden bu kadar üzgün görünüyorsunuz, diye sorunca, Zühal,
– Hocam; lütfen doğru söyleyin, Sinan’da bir sorun mu var? Diye sorunca Ahmet ile Pervin de doktorun karşısında ayağa kalkarak söyleyeceklerini merakla beklemeye başladılar.
– Doğrusunu isterseniz; ağlamaması konusunda kesin bir şey söyleyemem; ses telleri ile ilgili olduğunu düşünmüyorum. Bu nedenle bir kaç gün sonra onu, Beyin Cerrahisine, muayene ettirmenizi tavsiye edecektim, ama şu da var ki, bebeğin diğer tahlilleri tertemiz, hiç bir sorun yok, deyince, hem Zühal hem de Ahmet’le Pervin, sevinçle doktora teşekkür ettiler. Taburcu işlemleri ertesi sabah saat 9’da olacaktı. Geceyi hastanede geçirecek olan annenin, doktorun, bebeğin tahlillerin iyi çıktığını söylemesi üzerine, duyduğu kaygı yok olup gitmişti. Pervin’le Zühal hastanede sabahlayacak, Ahmet de sabah, onları almaya gelecekti.
Ertesi sabah Ahmet’in getirdiği ticari taksi ile evlerine döndüler. İlk gün, Sinan’ın ağlamıyor oluşu konuşuldu durdu. Bir kaç gün sonra ise Ahmet’in işe başlaması gerektiğinden Pervin, Zühal tamamen toparlanıncaya kadar, onlarla kalmaya karar verdi.
Sinan’daki garipliklerin sadece ağlamamakla kalmadığını, emzirme saatlerinin sürekli bir periyodu takip ettiğini ilk fark eden Pervin oldu. Sinan’ı emzirmeye çalışan annesinin dört saatte bir emzirebildiğini, dört saat dolmadan bebeğin süt emmediğini fark eden Pervin,
– Zühal, dikkat ettim de, bebek dört saatte bir süt emiyor, aralarda ne kadar zorlarsan da emiyor, dedi.
Zühal bunun üzerine kaç kere denediyse de bebeğin gerçekten, dakikası dakikasına, dört saatte bir süt emdiğini, dahası uyku saatleri, uyanık olduğu süreler ve beslenme saatlerinin hiç şaşmadığını fark etti. Günlerce bebeğin davranışlarını takip eden aile, gittikçe kaygılanmaya başlamıştı.
– Korkuyorum; Sinan’ın neden böyle olduğunu bilmiyorum. Bu bir tür hastalık mı, özür mü? Sağlıklı görünse de ağlamaması, uyku saatlerinin aynı olması, emme saatlerinin dakika şaşmaması ne anlama geliyor? Diye soran Zühal’e
– İnsanı anlıyormuş gibi bakması beni de korkutmaya başladı, bir hoca mı çağırsak, dedi Pervin. Ahmet’in hoca işine karşı çıkacağını biliyorlardı, bu nedenle hastaneye gitmeye karar verdiler. Zaten Dr Selim de kontrole getirilmesini istemişti.
Ahmet çalıştığı iş yerinden sık izin alamadığı için Sinan’ı annesi ile halası hastaneye götürdüler. Dr Selim’in de önerisiyle ya Nöroloji’ye ya da Beyin Cerrahisi’ne gidilecekti. Sabah 8’de hastaneye gittiklerinde Nöroloji’ye sıra kalmadığını ama Beyin Cerrahisi’ne sıra alabileceklerini söyleyen sekreterden mecburen Beyin Cerrahisi’ne sıra aldılar.
Saat 10’a doğru sıra kendilerine gelebilmişti. Dr Erdal,
– Buyurun şikâyetiniz nedir, diye sorunca, Zühal konuya nasıl gireceğini bilemeyince Pervin,
– Hocam; bebek doğalı 7 gün oldu ama ne doğduğunda ne de bu 7 gün boyunca hiç ağlamadı, dedi. Dr Erdal hiçbir şey söylemeden bebeği muayene etmeye başladı. İlk önce gözlerini muayene eden doktor, bebeğin sağlıklı olduğuna karar vermişti bile. Ellerini, kollarını, bacaklarını hem şekil bozukluğu hem de güç bakımından inceleyen Dr Erdal,
– Hiç bir sorun görünmüyor, deyince, Zühal,
– Hocam, bir bebek eşyalara odaklanabilir mi? Diye sorunca,
– Nasıl yani, tam anlayamadım, dedi.
– Doğumdan sonra, onu muayeneye gelen çocuk uzmanının saatine bakmıştı, zaten size gelmemizi o söylemişti, diye söyleyen Zühal’e,
– Hadi canım, bebek mi?
– Evet, Hocam; Sinan, biz eve gittikten sonrada kendine gösterdiğimiz kaşık gibi parlak nesneleri gözüyle takip ediyordu. Doktor masadaki çelik kalemi Sinan’a gösterip hareket ettirince annenin doğru söylediğini anladı.
– İnanılmaz, dedi. Gerçekten de bebek nesneyi gözüyle takip ediyordu. Ama bu durumda doktorun da söyleyebileceği pek bir şey yoktu. Pervin,
– Hocam; ne yapacağımızı, ne düşüneceğimizi bilmiyoruz, dedi.
– Beyin tomografisi çekelim, sonra da EEG yapalım, ben de daha önce böyle bir şeyle karşılaşmadım, dedi. Tetkik formalarını Pervin’e verip,
– Acil Tomografi bölümüne gidin, orada randevu almanıza gerek kalmayacak, film çekilir çekilmez de yanıma gelin, dedi.
Öğlenden sonra Doktor Erdal’ın yanına tekrar döndüler. Zühal,
– Film ve EEG çekildi, bakabilir misiniz, deyince Dr Erdal, monitörden Sinan’ın sonuçlarını açıp incelemeye başladı. Tomografi görüntülerini inceleyen doktor gözlerini kocaman açmış hayretle bakıyordu. Zühal,
– Hocam; bize bir şey söylemeyecek midiniz? Diye sorunca,
– Siz burada bekleyin, ben hemen geleceğim, diyerek odayı terk etti. Doktorun odasındaki boş sandalyelere oturup beklemeye başlayan Zühal’le Pervin kendi aralarında, konuşmaya başladılar. Zühal,
– Kötü bir şeyler var, hiç iyi hissetmiyorum, deyince, Pervin,
– Sabırla bekleyeceğiz, belki kötü bir şey değildir. Neden hemen aklına fena şeyler getiriyorsun ki, deyince Zühal gözyaşlarına hâkim olamadı. Kucağındaki Sinan’a sıkıca sarılıp,
– Ne olursa olsun, sen benim oğlumsun; hayatım boyunca sana bakmak zorunda kalsam da bakarım, diyen Zühal neredeyse Sinan’ın özürlü olduğuna artık emindi.
Doktorun dönmesi yarım saatten fazla sürmüştü. Odaya girince kapıyı arkadan kitleyip,
– Lütfen önce sakin olun ve beni dikkatle dinleyin, dedi. Doktoru dinlemekten başka çareleri olmayan anne ile hala, pür dikkat dinlemeye koyuldular,
– Sinan’ın beyni ile ilgili bir durum var, ama ne olduğunu bilmiyorum, deyince, Pervin,
– Doktor Bey; lütfen bize açık açık söyleyin; Sinan’ın neyi var?
– Bakın; normalde insan beynini iki yarım küreden oluşur; sağ ve sol Hemisferler, ama Sinan’da beyin anatomisi farklı. Doktoru gözyaşları dökerek dinleyen anne,
– Sinan özürlü mü Hocam, lütfen doğru söyleyin, deyince,
– Özürlü diyemem. Aslında böyle bir durumla hiç karşılaşmadım. Çünkü Sinan’daki durumun ne olduğunu bilmiyorum. İnsanların beyninin iki yarım küreden oluştuğunu söylemiştim. Sinan’da ise inanılmaz şekilde üç yarım küre var, dedi. Anne doktorun anlattıklarından ötürü gittikçe bebeği için daha çok üzülmeye başlamıştı. Pervin ise doktoru anlamaya çalışıyordu.
– Bakın bu durum, belki de bilim tarihine girmesi gereken bir durum. Çünkü böyle bir şeyle karşılaşan ilk kişiler biziz. Bu nedenle Sinan’ın haftada bir bana getirilmesini istiyorum. Onu düzgün ve düzenli bir şekilde takip edeceğim. Siz de onu, sürekli gözlemleyip ondaki farklı durumları kaydedin. Şimdilik daha üst bir merkeze gitmeye gerek görmüyorum ama gerektiğinde bizzat kendim onunla birlikte gideceğim, dedi. Pervin,
– Yani bebeğin gelişimini takip edeceğiz; belki de beynindeki bu farklılığa rağmen normal biri olacak, öyle mi? Diye sorunca,
– Evet, aynen öyle; sadece takip etmeliyiz, dedi. Masasındaki kartvizitlerden Pervin’e uzatan doktor,
– Günün hangi saati olursa olsun, ne olursa olsun, farklı bir durumla karşılaşırsanız beni arayın, dedi. Doktora teşekkür ederek çıkmak üzere kapıya yönelen aileye, seslenen doktor,
– Ha! Bu arada, bu durumu hiç kimseye anlatmayın; bu sizinle benim aramda kalırsa sevinirim. Haftaya bebeği yine getirin; geldiğinizde doğrudan buraya gelin, sıra almanıza gerek yok, dedi. Zühal’le Pervin doktora teşekkür edip eve döndüler.
Ahmet akşam işten döndüğünde,
– Ne yaptınız, doktora gittiniz mi? Diye sorunca, Zühal,
– Evet, gittik ama bir şey anlamadık, dedi.
– Doktor hiçbir şey söylemedi mi?
– Aslında, Sinan’ın beyninin normal olmadığını söyledi, diyen Zühal’i üzmek istemeyen Ahmet duygularını, üzüntü ve korkusunu belli etmemeye çalışarak,
– Gelecek sefer ben de gitsem iyi olacak, dedi. Pervin, o esnada mutfakta yemek yapmakla uğraşıyordu. Ahmet’in sesini duyunca yanlarına gelerek Ahmet’in kucağındaki bebeği sevmeye başladı.
– Sen ne anladın doktordan? Diye sorunca, Pervin,
– Doktor, Sinan’ın beyninde bir anormallik olduğunu, ama bunun bir özür veya hastalık olup olmadığını bilmediğini, kendisinin de ilk kez böyle bir şeyle karşılaştığını söyledi, deyince,
– Doğrusu bende bir şey anlamadım, dedikten sonra Sinan’ı sevmeye devam etti. Sinan’ın yuvarlak beyaz bir yüzü; seyrek, düz, siyah saçları vardı. Gözleri koyu gri renkteydi. Babası onu kanepeye yatırmış ellerinden tutup kaldıracakmış gibi yapıyordu. Sinan ise gerçekten kalkmaya çalışır gibi babasının ellerini çekiyordu. O esnada Ahmet, Sinan’ın gözlerine bakıyordu. Bir an Sinan’ın göz bebeğinin mavi bir renge dönüşüp tekrar koyulaştığını gören Ahmet,
– Siz de gördünüz mü? Diye heyecanla sorunca, Zühal,
– Neyi gördünüz mü? Diye sordu.
– Gözbebeği renk değiştirdi; sanki önce mavi oldu sonra tekrar eski rengine döndü, deyince Pervin, Sinan’ın gözlerini incelemeye başladı. Zühal ise,
– Saçmalamayın, daha neler, dedi. Ahmet,
– Yemek hazır mı, çok acıktım, deyince bebekle oynayan Pervin,
– Evet, hazır. Mutfağa geçebiliriz, dedi. Bebeği yatağına yatırıp mutfağa geçtiler.
Herkes tabağındaki yemeğe odaklanmış, sessiz sedasız yemekle meşguldü. Sinan ile ilgili konuşmasalar da, aslında herkesin aklında aynı konu vardı.
Ahmet çay yapmak için çaydanlığa su doldurup ocağa koyduktan sonra, “Pervin; kaynayınca demlersin, ben Sinan’a bakayım biraz “ diyerek salona geçti. Zühal, Pervin’e yardım etmek için mutfakta kaldıysa da Pervin onun yardım etmesine izin vermedi. Sofrayı toplayıp bulaşıkları yıkamayı henüz bitirmişlerdi ki, kapının çaldığını duydular; Zühal, Ahmet’e, “Ahmet; kapıya bakar mısın!” diye seslenince, Ahmet kapıyı açmaya gitti.
Pervin çayı demledikten sonra Zühal’e “Hadi, salona gecelim.” dedi. Salona geçtiklerinde Ahmet’in Doktor Erdal’la beraber oturduğunu görünce şaşakaldılar, Zühal,
– Aaa! Doktor Bey; gelen siz miydiniz? Diye sorunca,
– Evet, telefon numaranızı almayı unutmuştum ama hastane sistemden adresinizi buldum, dedi. Zühal,
– Hoş geldiniz, diyen Zühal, doktorun evlerine kadar gelmiş olmasını tuhaf bulsa da merakını dile getirmedi.
– Siz gittikten sonra Sinan’ın durumunu iyice inceledim. Ve bir an önce görüşmemiz gerektiği için buraya geldim, dedi. Pervin yeni demlediği çayı ikram ederken,
– Hocam; aç mısınız, yemek de hazır, deyince, Dr Erdal,
– Teşekkür ederim, aç değilim, dedi. Karşılıklı oturmuş çaylarını yudumluyorlarken konuya giren doktor,
– Bu gün Sinan’ın beyin yapısını iyice inceledim. Sizi korkutmak istemem ama bu durum başkaları tarafından fark edilirse bebeğe el koyabilirler. Böyle bir vakayı incelemek isteyeceklerdir, dedi. Ahmet, sinirli bir edayla elini kolunu sallayarak,
– Hiç kimse oğlumu benden alamaz, buna asla izin vermem, diye öfkeyle tepki gösterdi. Zühal ise elinde olmayarak ağlamaya başladı. Aslında neyle karşı karşıya olduğunu bilmiyordu ama doğumdan sonra böyle şeyler ona ağır gelmişti.
– Ben de bu nedenle geldim zaten; sizin de müsaadeniz olursa oğlunuzun takibini yapmak istiyorum. Ayrıca onun bu özel durumundan kimse haberdar olmasın diye bu takibi, resmi olarak değil, bir aile dostunuzmuş gibi yapmak istiyorum, dedi. Ahmet,
– Peki, Hocam; siz ne düşünüyorsunuz, Sinan’ın bu durumunun açıklaması nedir? Diye sorunca,
– Bakın Ahmet Bey; bu daha önce karşılaştığımız bir durum değil ama bunun belki de genetik bir mutasyon; yani, genlerindeki bir arıza sonucu oluştuğunu düşünebiliriz. Sonuçta Sinan’ın beyni normal insan beyninden farklı, dedi.
– Hocam; o halde, siz nasıl uygun görürseniz öyle yapalım, ama oğlumu hiçbir şekilde benden alamazsınız, bunu peşin söyleyeyim, deyince,
– Evet, böyle bir şey olmasın diye, Sinan’ın takiplerini gayrı resmi yapacağım zaten. Onun böyle olduğunu, biz bildirinceye kadar, hiç kimse bilmeyecek, dedi. Doktorun teklifi aileye makul gelmişti. Hem hiçbir ücret ve karşılık beklemeden, oğullarının takibini yapacağı için Doktor Erdal’a minnet de duymuş, doktorun bu özel ilgisinden memnun olmuşlardı. Doktor gelmişken Sinan’ı muayene etmek istediyse de, Sinan uyuduğu için ona dokunmadılar. Dr Erdal ailenin telefon numaralarını da aldıktan sonra onlardan müsaade isteyerek gitti.
Doktor Erdal, Sinan’ın ailesini ziyaret ettikten sonra evine dönmüştü. Eşi Sevinç,
– Nerede kaldın, yine ameliyat falan mı çıktı, diye sorunca,
– Hayır, bu gün poliklinikçiydim. İlginç bir hasta geldi, onunla ilgilendim, dedi.
– Bu saate kadar mı? Diye kuşkulu şekilde sorunca,
– Getirilen bir bebekti, daha yedi günlük. Ama sıradan bir bebek değildi, dedi. Sevinç, eşinin geç gelmesinden dolayı bahaneler uydurduğunu düşündüğü için biraz da alaycı şekilde,
– İlgini çektiğine göre baya farklı bir durum olsa gerek, dedi. Dr Erdal, durumu açıklığa kavuşturmak için,
– Bu, hayatımın fırsatı bile olabilir; inanamayacaksın belki ama bu bebeğin kafatasının içinde üç tane beyin var, dedi. Sevinç,
– Üç beyinli bir bebek, öyle mi? Bence, geç gelmelerine daha tutarlı gerekçeler bulsan iyi olur, dedi. Erdal Bey, cep telefonuna kaydettiği görüntüleri göstererek,
– İnanmıyorsan bak, diyerek telefonu Sevinç’e uzattı. Sevinç de psikiyatri uzmanı bir hekim olduğu için, insan anatomisine en az kocası kadar hâkim biriydi. Görüntüleri inceleyen Sevinç,
– Gerçekten de biri Sagittal biri Ttransvers iki tane Falks Serebri var. Okspital loblalar bütünleşmiş ve yeni bir Hemisfer oluşturmuş; inanılır gibi değil, deyince,
– Evet, hâlâ şoktayım. Ama bu kadar geç gelmemin sebebi; hastane otomasyonundan bu görüntüleri silip aileyi ziyarete gitmem oldu, dedi, Sevinç,
– Başını belaya sokmayasın, dikkatli ol, deyince,
– Hayır, ama bu vakayı kendim inceleyeceğim, belki bununla ilgili bir araştırma ve makale hazırlarım. Eminim ki, bu makaleyi sunduğumda yer yerinden oynayacak ve dünyanın en ünlü cerrahlarından biri olacağım, deyince, Sevinç Hanım,
– Hımmm! Şimdi heyecanını anlıyorum, umarım istediğin gibi olur. Peki, bebek nasıl ve farklı durumlar var mı? Diye sorunca,
– Olmaz mı? Bu bebek henüz hiç ağlamadı, ayrıca nesneleri gözüyle takip ediyor, dedi. Sevinç,
– E hadi hayırlısı! Bilim dünyasına yeni bir şeyler katacak gibi görünüyorsun, dedi. Erdal Bey,
– Belki de, devrim niteliğinde bir şeyler! Dedi…
Günler günleri kovalıyor, Sinan’daki farklılar ise aile için olağan şeylermiş gibi algılanmaya başlamıştı. Ahmet için uslu ve akıllı bir çocuktu Sinan, ama annesi için bu kadar uslu ve akıllı oluşu iyi bir şey değildi.
Pervin ikinci haftadan sonra babasının evine dönmüş, bebeğin tek arkadaşı annesi Zühal kalmıştı. Ahmet, akşamdan akşama eve dönüyor, sadece Pazar günleri izinli olabiliyordu. Doktor Erdal ise haftada bir bebeği görmeye geliyor, gelişimi ve davranışları ile ilgili notlar tutup gidiyordu.
İlk ay bittiğinde Zühal Sinan’ın düzenine göre bir düzen kurmuştu. Altı saatlik periyotlar halinde günü dörde bölmek zorunda kalmıştı. Sinan, sabah 6’da uyanıyor süt emdikten sonra iki saat uyanık kalıp 4 saat uyuyordu, sonra bu döngü günde dört defa tekrar edip duruyor, anne de bu döngüye göre hareket ediyordu. Bunun dışında hiç ağlamıyor, annesi konuşunca bir yetişkin gibi dinliyordu.
Gözbebeğinde, arada farklı renkte bir kıvılcım oluştuğu da oluyordu Sinan’ın. Bu ilk gören babası Ahmet olmuş ama ona inanan olmamıştı. Gerçi bu renk değiştirme olayı o kadar kısa sürelerde gerçekleşiyordu ki, gerçek mi yanılsama mı olduğunu anlamak imkânsız oluyordu. Dr Erdal henüz bu hadise ile karşılaşmamış ama bu renk değiştirme olayına inanıyordu.
Dr Erdal, Sinan’ın kan, idrar, gaita ve diğer vücut sıvılarını ayda bir tahlile gönderiyor, bu tahlil sonuçlarını resmi kayıtlara geçirmiyordu. Gerçi tahlillerin hiçbiri olağan dışı değildi. Bütün sonuçlar sıradan sağlıklı bir bebeğin sonuçlarıyla aynıydı.
Saç ve tırnak örneklerini genetik incelemeye gönderen doktor, bu numunelerde bir kromozom bozukluğu veya genetik bir anomali de bulamamıştı. Hâsılı kelam her şey olağan ama bebek olağan dışıydı.
Sinan 6 aylıkken yürümeye ve dokuz aylık olduğunda konuşmaya başlayıncaya kadar incelemeler devam etti. İlk yıl dolduğunda Dr Erdal’ın elinde, erken gelişen bir çocuğun verilerinden başka, sadece beyin yapısının farklılığı ile ilgili görseller vardı.
Sinan, neredeyse hiç hastalanmıyor, bebekken ki rutinleri, büyüdükçe değişiyordu. Artık sabah 6’da uyanıp gece 9’da uyuyordu. Günde iki öğün yemek dışında hiçbir şey yiyip içmiyordu. Genelde durgun ve suskundu. Arada annesinin cep telefonuyla vakit geçirmek dışında hiç bir şey yapmıyordu. İki yaşına girinceye kadar da durum böyle devam etti.
İki yaşına girdiğinde onu psikiyatrik açından değerlendirmek isteyen Dr Erdal bunun için eşi Sevinç’ten yardım istemişti. Sinan’ı evinde muayene eden Sevinç, eve döndükten sonra,
– Onu bir daha görmek isteyeceğimi sanmıyorum, dedi. Erdal Bey eşinin bu tepkisine bir anlam verememişti.
– Neden böyle söyledin; gayet akıllı ve uslu bir çocuk, onun hakkında izlenimin nedir ki? Diye sorunca, Sevinç,
– Zihnimi okuduğuna yemin edebilirim, ben onu değil, o beni muayene etti, dedi. Görüşmeyi, Sevinç’le Sinan’ı ayrı bir odaya alarak gerçekleştirmiş ve videoyla kayıt altına almışlardı. Dr Erdal,
– Ne demek istediğini tam olarak anlayamadım, onda seni rahatsız eden neydi, diye sorunca,
– Biz hiçbir şey bilmiyoruz ve bu konuda bir daha bana soru sormanı istemiyorum, dedi. Dr Erdal eşinin konuşmak istememesi üzerine video kaydını seyretmek için çalışma odasına gitti.
Sinan kendi odasındaki yatağına oturmuştu. Sevinç selam vererek içeri girmiş,
– Merhaba Sinan, ben Doktor Sevinç, seninle konuşmak istiyorum, diyerek karşısında bir sandalyeye oturmuştu. Sevinç oturunca Sinan da ona merhaba demiş ama bundan sonra yaklaşık 30 dakika boyunca ne Sinan konuşmuş ne de Sevinç konuşmuştu. Selamlaşma bölümünü tekrar izleyen Erdal Bey, Sevinç oturup Sinan’a baktığında Sinan’ın göz bebeklerinin, çok kısa bir süre, bir ışık yaydığını ve ondan sonra Sevinç’in hipnoz olmuş gibi yarım saat Sinan’ın karşısında hiç bir şey konuşmadan oturduğunu, izlemişti. Görüşme, Sevinç’in, “Teşekkür ederim Sinan.” demesi ve odadan çıkmasıyla bitiyordu.
Dr Erdal izlediği şeylere bir anlam verememiş olsa da, Sevinç’le Sinan arasında telepatik bir sohbetin gerçekleşmiş olduğuna emindi.
Erdal Bey Sevinç’i yatak odasında uzanmış görünce yanına oturup, “Videoyu izledim.” dedi. Sevinç, “İyi.” diyerek karşılık verip susunca,
– Hiçbir şey konuşmadan yarım saat oturduğunuzu izledim, dedi. Sevinç bu konuda konuşmamaya yemin etmiş gibi suskundu.
– Aranızda telepatik bir sohbet olmuş, diye düşünüyorum, dedi Erdal Bey, Sevinç,
– Lütfen bu konuyu kapatır mısın, bu konuda konuşacak hiç bir şeyim yok, dedi. Erdal Bey eşini daha fazla zorlamak istemedi.
– Özür dilerim, bu konuda sana bir daha bir şey sormayacağım, deyince Sevinç, ani bir hareketle oturup,
– O çocuğu rahat bırak, hiçbir şey elde edemeyeceksin! Diyerek haykırdı. Dr Erdal ne diyeceğini bilemedi. Kaygılı gözlerle Sevinç’e baktıktan sonra mutfağa gidip dolaptan çıkardığı soğuk suyu bir bardağa doldurup bir yudum içtikten sonra sandalyeye oturup ağır ağır su içmeye devam etti. Sevinç mutfağa girdiğinde Dr Erdal mutfak masasına dirseklerini dayamış elleriyle saçlarını çekiştirip duruyordu. Sevinç,
-Hiç bir şeye ihtiyacımız yok, ikimiz de doktoruz, mutlu ve huzurlu bir yaşantımız var, dedi. Dr Erdal yüzünü kaldırıp Sevinç’e baktı,
– İki yıldır bu vakayı takip ediyorum, bunu görmezden mi geleyim, dedi. Sevinç,
– Onun istediği dışında hiçbir şey elde edemeyeceksin. Bu nedenle onunla uğraşmayı bırak, dedi. Dr Erdal,
– Onunla ne konuştuğumuzu bilmek istiyorum, deyince, sevinç,
– Anlatmam imkânsız, ama hayata dair çok şey öğrendim, diyebilirim. Onun bana anlattıkları bana özel şeylerdi, bu nedenle, sen dâhil hiç kimseye anlatamam, dedi.
– Peki, ne yapmamı istiyorsun? Diye sorunca,
– Onunla arkadaş kalabilirsin, ama onu incelemekten vazgeç, belki böyle yaparsan sana da bazı şeyler anlatır, dedi.
– İki yıldır onunlayım, bana hiç bir şey söylemedi, diyen Erdal Bey’e,
– Çünkü sen ünlü olmak peşindesin, babası çocuk üzerinden zengin olmak peşinde, annesi ise onun bir ucube olduğunu düşünüyor. O ise her şeyin farkında, deyince, Dr Erdal,
– Bunları sana o mu söyledi? Diye sordu. Sevinç,
– Son kez söylüyorum, onu rahat bırakın. Ve emin olun ki, o ne isterse o kadarını öğrenebilirsiniz, dedi. Sonra eşine sarılan Sevinç,
– Hayat, çok güzel, diyerek Erdal Bey’i öptü. Dr Erdal, o anda bilimsel bir deney uğruna hayatı ıskaladığını anladı.
– Yarın Sinan’la vedalaşmaya gideceğim, dedi…
Kasım 1986, günlerden Salı; Dr Erdal evden çıktığında sonbaharın kızıl renkteki solmuş yapraklı ağaçlarına baktı. Siyah arabasının camına düşmüş olan bir çınar yaprağını eline alıp ufaladıktan sonra, “Bundan sonra, sadece yaşamak için yaşayacağım.” dedi. Arabasının kontağını çevirip doğruca Sinan’ın evine gitti.
Kapıyı Ahmet açınca şaşıran Erdal Bey,
– İşe gitmemişsiniz! Diyerek Ahmet’le selamlaştı. Ahmet, onu içeri davet edince içeri giren doktor,
– Sinan nerde? Diye sorunca, Zühal,
– O gitti, dedi. Erdal Bey şok olmuştu.
– Nasıl yani! İki yaşında bir çocuk nereye gidebilir ki? Diye sorunca, Zühal,
-Dün akşam ikimizi karşısına alıp, ”Anne seni seviyorum ama normal bir çocuk olmadığım için üzgünüm.” dedi. Sonra babasına bir banka kartı uzatarak, “Artık çalışmana gerek yok, bunu al ve dikkatli kullan.” dedi. Biz hayret ve şaşkınlık içindeydik. Ona, “Nereye gideceksin?” diye sorunca, “Sanırım Sirius’a.” dedi. Ne diyeceğimizi ne yapabileceğimizi bilmiyorduk. Sonra bize bir zarf uzatarak, “Bu da doktorun.” dedikten sonra, “Eşyalarımı toplamalıyım.” diyerek odasına gitti. Biz o sırada ciddi olduğuna bile inanmıyorduk. Babası kartı kontrol etmek için internet hesabını açınca orada yüklü miktarda para olduğunu gördük. Bunu görünce, onun ciddi olduğunu anladık. Odasına gidip kontrol etmek istediğimizde onun orada olmadığını görünce şok olduk. Odasındaki halıda dairesel bir yanık vardı ama o odada değildi, dedi. Dr Erdal kendisine bırakılan zarfı açınca bunun bir mektup olduğunu anladı. Oturup okumaya başladı.
Sevgili Erdal Bey; Siz bunu okuduğunuzda ben buradan ayrılmış olacağım. Size daha önce anlatmadığım bir şeyler anlatarak vedalaşmak istiyorum.
Ben daha annemin karnındayken mutlak bilinci gördüm. Aklım inanılmaz bir hızda çalışıyordu. Daha doğmadan önce konuşulanları anlamaya başlamıştım. Yani dilinizi biliyordum. Annemin karnında sizin zamanınızla 9 ay kalmış olsam da benim zamanımla 90 yıl sürmüştü doğmam. Ondan sonraki her günüm, sizin gün ve gecelerinizden farklıydı. İki yaşına geldiğimde aslında 2 bin yaşıma gelmiştim. Ama bunu anlatmak ve anlamanızı beklemek mümkün değildi.
Dünyada iken şunu anladım; siz, mümkün ile mümkün olmayanı ayırt edemiyorsunuz. Mümkün olan binlerce güzellikleri mümkün görmeyip ihtiraslarınız için mümkün gördüğünüz şeylere yöneliyorsunuz. Evrenin temelindeki mutlak bilinci ve sevgiyi görmüyorsunuz. Bilinç ile madde arasındaki perdeleri yırtmaya cesaret edemiyorsunuz. Tarihiniz ise bilince ulaşmış insanları katletmekle dolu. Ben burada doğmuş olsam da buraya ait değilim. Ben mutlak bilincin olduğu yere gidiyorum. Burada kalıp size yardım etmek isterdim. Ama bunu size sunan herkes gibi ya öldürülecek ya da kobay olarak kullanılacaktım. Ben uzay ve zamanın bana uygun olduğu; benim düşünce hızım ile zamanın uyum halinde olduğu bir yere gidiyorum. Size ise tabiatla aranızda bir bilinç oluşturmanızı tavsiye ediyorum. İradeniz tabiatla uyumlu hale gelmedikçe kendi sonunuzu getirmekten başka hiçbir şey üretmeyeceksiniz. İrade ise mutlak bilincin maddi evrene yansımasıdır. Bilincin sizden tek istediği şey ise sevgidir. Hoşça kalın… SİNAN…
Orhan AKSOY

Meczubun Mirası


Çağdaş Edebiyat
ÖYKÜ
Orhan Aksoy ve Bir Öyküsü
MECZUBUN MİRASI

Kızıltepe’de Deli İbrahim derler, bir meczup vardı. İbrahim doğuştan anormal biri değil, hatta üstün zekâlı bir insandı. Hani çok okuma delirirsin denen cinsten biriydi. Zengin bir aileye mensup olan bu genç adam da artık çok okumaktan mı, çok düşünmekten mi bilinmez; şirazeden çıkmış, sokaklarda aval aval dolaşır olmuştu. Arda Merkez Camisinin duvarında kimine göre tefekkür ederek, kimine göre de mal mal oturuyor olurdu.

Mesut Ağa bir zamanlar umut vadeden bu gencin bu hallerine üzülüyordu. Arada konuştuğu da olurdu onunla, ama kimseler neler konuştuklarını bilmezlerdi.

İbrahim iyice deli yaftası yiyince ailesi tarafından da dışlanmaya başlamıştı. Artık üstü başı perişan halde dolaşan bu gencin bu durumuna içi parçalan Mesut Ağa, soluğu buğday pazarında İbrahim’in ailesinin yanında aldı.

İbrahim’in ağabeyleri babadan kalma tarlalardan yüklü gelir elde eden kimselerdi. Mesut Ağa’yı karşılarında görünce,

‘’Hayrola Ağam, bir emrin mi vardı?’’ diye soran ağabeye,

‘’Bir bardak suyunuz var mı?’’ diye karşılık verdi.

‘’Ne demek su ağam, fırına tepsi atalım, yemek yiyelim beraber.’’ deyince Ağa,

‘’Kardeşlerini aç bırakan, onu, baba mirasından mahrum bırakan bir ailenin suyu da yemeği de haramdır; suyu getirseydin yüzüne dökecektim belki aklın başına gelir diye.’’ deyince ağabey yüzüne bir bardak su çarpılmış gibi oldu. Eğilip ağanın ellini öpen ağabey:

‘’Ağam Allah senden razı olsun, sen olmasan cahillik edip bu günahla geberecektik belki, bu günden tezi yok ona ömrüm boyunca bakacağım.’’ dedi. Sonra Mesut Ağa’ya bir bardak su uzattılar. Ağa suyu sağ eline alıp,

‘’İçeyim değil mi?’’ diye sorunca,

‘’Ağam afiyetle iç; bir daha İbrahim’i o halde görürsen gel kafama sık.’’ dedi ve dediğini de gerçekten yaptı. O günden sonra İbrahim’e deli deseler de onu krallar gibi, tertemiz giydirdiler…

Orhan Aksoy

***


.

Hacı Halil


Çağdaş Edebiyat
ÖYKÜ
Orhan Aksoy ve Bir Öyküsü
HACI HALİL AMCA

Sonbaharın sonuna doğru büyük bir umutla, yeni sürülmüş toprağa, tohumlar atılmıştı. Kurak geçen kışın ardından bahar yağmurlarını bekleyen Halil Amcanın umutları tükenmişti. Belki yetmiş yılını onurlu yaşamış olan Halil Amca, geçen yaz aldığı ve harman zamanı ödemeyi planladığı borçlarını ödeyemeyecekti. Oysa traktörler toprağı yararken umut ve sevinç doluydu yüreği. Maalesef ki, umutlu yüreğine ne kışın karları, ne baharın yağmurları serpilmiş değildi. Şimdi ise yüzünü puşusunun içine saklamış, geçen yazın sıcağından kavrulmuş olan toprak kadar kavruk bir sineyle, alacaklıların kapıya dayanmasını bekliyordu.

Kendi ailesi içinde rencide edilmesine ramak kalmıştı. Mert de olsa adam, alacaklılar kapıya dayandı mı, yetmiş yıllık itibar ayaklar altına alınırdı. Alacaklılar, hani ihtiyaçları olduğundan da değil, zor durumdakinin haline kör olarak gelir kapıya dayanırlar. Varsa borç karşılığında bekâr kızını yoksa toprağını alır giderler. İkisi de ölümdür mert adam için. Allah’tan evde bekârı kalmamıştı. Birileri, dil uzatacak olsa, ihtiyar yaşına bakmaksızın, keleşin içindeki bütün mermileri namluya sürmek icap edecekti.

Nihayet korkulan gün gelip çatmıştı. Avluda bir tabureye oturan Halil Amca, hüzün dolu gözlerle köy yolunu toza bulayarak, kaportalarının yere yakın kısımları pas içinde, renkleri bozulmuş yumurta gibi sarı gibi olan üç tane taksinin art arda gelmekte olduğunu seyretti. Bu üç araba Hacı Halil’in avlusunun önüne park ederken dördüncü bir araba da tozu dumana katarak köye girdi.

Hacı Halil, alacaklılara hoş geldiniz bile diyemedi. Bir yumru boğazına kitlenmiş kalmıştı. Her arabadan dört kişi inip yaşlı adamın karşısını dikildi. Daha onlar da söze girmemişlerdi ki, dördüncü araba da avlunun önüne park etti gelen Hacı Halil’in yeğeni Mesut Ağaydı.

Hacı Halil, Mesut Ağayı görünce içten içe sevinmiş ama tam da o esna da on yıl önce yaşadığı bir olayı hatırlamıştı.

Bu bölgenin kadim kanunları vardır ki, ne zaman, kimler tarafından yürürlüğe konduğu bilinmez. Bunlardan biri de, biri hakkında olumsuz bir karar alınmışsa, kim olduğuna bakılmaksızın halkın gençleri tarafından sorguya çekilmesidir. Şayet bu gençler de kişiyi suçlu bulurlarsa onu oracıkta infaz ederler. Artık ne sülalesi, ne aşireti bu duruma itiraz edemez. İşte Hacı Halil de on yıl önce böyle bir durumda kalmış ve yine imdadına Mesut Ağa yetişmişti. Bir grup genç, akşam karanlığımda onu evden alarak, sorgulamak için kırsala götürmüşlerdi. Neredeyse infaz edileceği esnada Mesut Ağa karanlığı delen bir mermi gibi çıka gelmiş, Hacı Halil’e şefaatçi ve kefil olmuştu. Evet bu bölgenin böyle bir kanunu da vardır. Mert insanların kefaleti ve şefaati kabul edilir. İşte o gece karanlığı delerek gelen Mesut Ağa, bu günde bir bahar yağmuru gibi sökün etmişti.

Arabadan inip pos bıyıklarını sıvazlayan Mesut Ağa, bu adamların karşısına dikilip,

‘’Hayırdır beyler! Köyde düğün mü var ki, konvoy halinde geldiniz.’’ deyince bütün bakışlar, alacaklıyı ihbar eder gibi ona kenetlendi. Alacaklı her zaman haklıdır. Bu da kadim bir kanun, ne zaman ihdas edildiği bilinmezse de. Faiz de kadim bir kanundur, her ne kadar Allah yasak etmişse de. Alacaklı haklılık hakkına dayanarak ve yanında getirdiği adamların belindeki tabancalara güvenerek,

‘’Bizim alacağımızın vadesi gelmiştir. Ya paramızı alırız ya da bu adamın toprağını.’’ deyince Mesut Ağa başka bir kadim kanunu hatırlatarak,

‘’Toprak bizden kanla alınır, biz de satlık toprak olmaz.’’ deyince alacaklı, elini biraz ürkekçe de olsa belindeki tabancaya doğru uzattı. Mesut Ağa bu sefer biraz gür bir sesle,

‘’Hadisi şeriftir, kılıç çekenin kanı heder olur.’’ dediği anda köyün her avlusundan silah sesleri duyulmaya başlandı. Alacaklılar bir ordu tarafından kuşatıldıklarını sandılar ama işin aslı Mesut Ağa, köyün gençlerine, sesimi yükseltirsem herkes şarjörünü havaya boşaltın diye daha önce talimat vermişti. Alacaklı,

‘’Ağam; peki nasıl ödeyecek bu adam borcumuzu?’’ diye sorunca Mesut Ağa,

‘’Anaparası ne kadardır, söyleyin hele.’’ diyerek faizini de ödemeyeceğini peşinen söylemiş oldu. Alacaklı.

‘’10000 liradır.’’ dedi, Mesut Ağa,

‘’Peki, yolunuz açık olsun, bir ay sonra Kızıltepe’ ye gelip benden alın.’’ dedi. Adamlar enselerini kaşıyarak geldikleri gibi tozu dumana katarak gittiler. Hacı Halil,

‘’Yeğenim; bu senin bana ikinci şefaatin oldu, ahrette de Resulullah şefaatçin olsun.’’ diyerek dua etti…

Orhan Aksoy

***


Ceylan

Çağdaş Edebiyat

ÖYKÜ

Orhan Aksoy ve Bir Öyküsü

CEYLAN

 Ne yazık ki ismini bile bilmiyorum ama senin o kırda dans eder gibi    yürüdüğünü izlediğimde, seni bir ceylana benzetmiştim. Bu nedenle ismini ceylan koymak istedim.

 Sevgili Ceylan; bu mektubumun sana ulaşıp ulaşamayacağından emin değilim, yine de bu satırları yazmaktan kendimi alamıyorum.

 Aradan ne kadar zamanın geçtiğini hatırlamıyorum; sanırım 8 yıl oldu, belki de 10 yıl. Gerçi birçok şeyi hatırlamakta güçlük çekiyorum. Doğrusunu istersen, kim olduğumu bile hatırlamıyorum…

 Etrafı surla çevrili bu avluda kendime geldiğimde, aylardır burada olduğumu öğrendim. Ne zaman ve nasıl getirildiğimi hatırlamıyorum. Uzun zamandır da buradayım;

 Buradakiler net bilgi vermiyorlar. Bana ismimin Sadri olduğunu söylediler ama ben geçmişime dair hiçbir şey hatırlamıyorum.

 Geçmişi düşündüğümde anımsadığım tek şey -büyük bir nehre dökülen ince bir dereden senin yaşadığın köye gelmiş olmam. Sen 16 yaşında anca vardın, belki de 18… Seninle hiç konuşmadık zaten. Sen bir tepenin altında papatyalar topluyordun. Geniş kollu lacivert bir gömlek giymiştin -ellerindeki papatyalar, o lacivert gömleğinin geniş kollarından çıkan bileklerinle aynı renkteydi, belki de daha beyaz.

 Bir deste papatya topladıktan sonra dönüp bana bakmıştın, yüzün ayın ondördü gibi parlak, saçların kestane kadar kahverengiydi, belki de siyah. Hani derelerde olur ya; koyu kahverengi çakmak taşları -onları sudan çıkarınca nasıl da parlarlar, işte saçların o kadar parlaktı, belki de daha parlak.   O taşları uzun süre suyun dışında tutunca matlaşır ya rengi -hatıralarım da öylece, aniden matlaşıp bulanıklaşıyor.

 Sonra sen, o üfür üfür eteğinle, dans ederek -hoplaya zıplaya oradan uzaklaşıp çoban olan babana doğru koştun. O seni saçlarından öpmüştü. Sonra ikiniz, kol kola yürüyerek, köyün içinde gözden kaybolmuştunuz. Seni ilk ve son olarak orada gördüm.

 Seni çok sevmiştim ama nedense oradan ayrılıp gitmiştim; belki de zorunluluktu. Şimdi oraya neden geldiğimi, kimlerle geldiğimi ve  neden seninle hiç konuşmadan oradan ayrıldığımı hatırlamıyorum;  ne var ki sen, hatırladığım tek ve en güzel anımsın…

 Bu surla çevrili avluya gelince burası bir akıl hastanesi. Deli olduğumu söylüyorlar. Oysa ben deli değilim, sadece hatırlayamıyorum.

 Bana sorular soruyorlar -hatırladığım tek şey, sen olduğun için, seni anlatıyorum; seni ne kadar sevdiğimi ve bir gün seni yeniden görmek istediğimi anlatıyorum onlara ama onlar, seni ve bu hatıralarımı inkar ediyorlar. Böyle bir yer, böyle biri yok; bunlar senin kuruntuların, diyorlar. Onlara, o halde, neden başka kuruntum yok, diye sorunca, bana zorla ilaç içirip uyutuyorlar.

 Birgün buradan kaçmak istiyorum. İsmini bilmesem de, o çağıl çağıl akan koca nehri bulup yaşadığın köye gelmek ve senin gerçek olduğunu kanıtlamak istiyorum. Aslında bunu kanıtlamaya ihtiyaç duymuyorum. Asıl istediğim şey sana birşey söylemek ama ne söylemek istediğimi bilmiyorum, sanırım seni sevdiğimi söyleyeceğim, belki de başka bir şey.

Burada, benim gibi tutulan bir sürü kişi var. En çok da yaşlı, zayıf kadına üzülüyorum. Eskiden öğretmenmiş diyorlar. Bembeyaz olmuş olan  saçlarını özenle tarayıp renkli kurdalelerle  bağlıyor, neredeyse bir kız çocuğu gibi, belki de daha küçük. Çok çelimsiz bir şey. Sanırım burada benim kadar eski, belki de daha eski.

 Bir kızı olduğunu söylüyor. Onu nasıl büyüttüğünü anlatıp duruyor -pembe bir leğende yıkarmış onu. Altın gibi saçları, minnacık elleri varmış. İlk dişleri çıktığında o kadar tatlı görünüyormuş ki, annesi onu öpmeye, sevmeye doyamıyormuş. Onu bir çiçek gibi büyütmüş -ilkokuldan üniversiteye gidinceye kadar gözünden hiç ayırmamış. Çok akıllı bir kızmış. Tıp fakültesini kazanıp gittikten sonra bir daha görememiş. Ama kızından umudunu hiç mi hiç kesmeyen anne, bir gün mutlaka gelip, “Beni  yanına alacak.” diye  gizlice söylüyor. Ben ona inanıyorum ama buradaki doktorlar, onun hiçbir zaman evlenmemiş, dahası doğum yapmamış olduğunu, bir  kızının hiçbir zaman olmadığını söylüyorlar. Hiç kimse ona inanmıyor. Sanırım ona inanan tek kişi benim. Arada yanıma oturur, saçlarımı okşar ve kızını da aynen bu şekilde okşadığını anlatır…

Diğerleri pek güvenilir kişiler değil. 50 yaşlarında tombul bir adam da var burada. Sürekli düşmanları tarafından takip edildiğini söyleyip duruyor. Birilerinin kendisine tuzak kurarak onu buraya attığını iddia ediyor. Burada verilen ilaçlara en çok direnen kişi de kendisi -sürekli uyanık olması gerektiğini, aksi takdirde düşmanları tarafından öldürüleceğini söyleyip duruyor.

 Avluya çıkardıkları zaman hepimize gömlek giydiriyorlar -hani kolları arkadan bağlı olan. Oysa elimi kolumu sallaya sallaya sana gelmek istiyorum.

 Bu avlu sanki surlarla çevrili bir şehrin içindeymiş gibi geliyor bana. Yani anlayacağın çember içinde çemberlerden oluşan zindanlarla dolu bir dünyada gibiyim. Son çember benim kafam -oradaki zindansa unutulmuş hatıralarım.

 Eskiden bir asker olduğumu söylüyorlar, belki de komutan. Ortadoğu denen bir yerde savaşıyormuşum. En son gördüğüm ya da yaşadığım şeylere dayanamayıp çıldırmışım belki de delirmiş. Önce normal bir hastaneye götürmüşler beni, daha sonra da buraya gönderilmiş ve burada unutulmuşum. Buradan tek çıkış yolum -kendi anılarımı hatırlamak; kim olduğumu, neler yaşadığımı hatırlamadan buradan çıkmama izin verilmeyecek.

 Ben de hatırlamayı çok istiyorum anılarımı. Kim olduğumu, nerelerde yaşadığımı, ailemi -annemi, babamı, kardeş ve akrabalarımı hatırlamak istiyorum. Ama ne var ki hatırladığım tek kişi sensin.

 Sevgili Ceylan; olur da bir gün yanına gelmeyi başarırsam sen beni hatırlar mısın? İste bunu bile bilmiyorum. Buna rağmen sana gelmek ve seninle konuşmak istiyorum.

 Aslında sana, seni sevdiğimi söyledikten sonra ölmek istiyorum. Çünkü bu dünyada sana yaşatabileceğim iyi şeyler yok. Gerçi ölmek istenince de ölünmüyor; intihar edecek de değilim ya. Sadece, dizlerim senin dizlerine değecek kadar, sana yakın bir yerde -toprağın üstünde oturup, seni seviyorum demek istiyorum. Tek istediğimin bu olduğuna eminim, tabii ki bir isteğim daha var ama bu zorunluluktan olan birşey. Şöyle ki, senin yanından ayrılınca bir mezarlıkta bir kulübede yaşamak istiyorum. Oradaki yabani otları temizleyip mezarların bakımını yapmak istiyorum. İşte bu ikinci isteğimdir. Sonra öldüğümde gömüleceğim mezarı da kendim kazmak istiyorum. Ölünceye kadar o mezarlığın bahçesinde mezar taşlarını, seni okşar gibi, okşamak ve yalnız kalmak istiyorum.

 Benim için dua et -buradan kurtulup sana gelebileyim- elimi kolumu sallaya sallaya… Dizlerim dizlerine değecek kadar sana sokulup -seni seviyorum, diyebileyim, diye dua et.

 Sürekli olarak benim eski bir asker olduğumu söylüyorlar. Ben onlara inanmıyorum. Ben de seni anlatıyorum onlara, onlar da bana inanmıyorlar. Sonra ilaçlarla, iğnelerle uyutuyorlar beni. Deli diyorlar bana, oysa ben sadece hatırlamıyorum….

***

Kaçınılmaz Son

Çağdaş Edebiyat

ÖYKÜ

Orhan Aksoy ve Yeni Bir Öyküsü

Kaçınılmaz Son…

 Mekar, hapsedildiği mağarada bir çarmıha bağlanmıştı. Bu mağara, daha çok çobanların geceleri sürülerini kurtlardan korumak amacıyla kullandığı bir yerdi. Duvarlarından sızan suyun oluşturduğu sarkıtlarla dolu olan mağaranın zemini hayvan gübresiyle karışmış nemden dolayı  balçıkla kaplanmış gibiydi. Bu zindanın  kapısında ise iki asker nöbet  tutuyordu.

 Mekar’ı sorgulamak için görevlendirilmiş olan Tahani, kendisini getiren at arabasından inerek, mağaraya ulaşmak için, dibinde durduğu tepeyi tırmanmaya başladı. Bu tepe gevşek taş parçalarıyla kaplıydı. Ayağının altında kayıp duran taşlar onu düşürmeye çalışan bir tuzak gibi güçlük çıkarıyordu. 

Mağaraya zorbela  ulaştığında, oradaki nöbetçiler, mızraklarıyla onu selamladılar. Tahani, mağaranın önündeki nöbetçilere ters ters bakarak üstüne bulaşmış olan boz renkteki toprağı silkelemeye başladı. Nöbetçiler gıdım kımıldamadan ellerindeki mızraklar gibi dik durarak sessizce beklemeye devam ettiler. 

 Tahani mağaranın içine girince, mağaranın ortasındaki çarmıha gerili, yorgunluktan başı göğsüne düşmüş olan Mekar’ın uyukladığını gördü. Uzun kahverengi saçları yüzünün büyük bölümünü örtüyordu.  Ağzının üstünü kaplamış olan tozdan kupkuru görünen dudakları ise  bir ölünün dudaklarına  benziyordu.

 Karnına yediği tekme ile kendine gelen Mekar, karşısında duran Tahani’ye bulanık gözlerle bakıp,

“Yılanların tekme attığını bilmiyordum.” dedi. Tehani, buralara kadar gelmek zorunda bırakıldığı için Mekar’a olabildiğince öfkeliydi. Muhtemelen attığı tekmeyi, tepeyi tırmanmak zorunda kaldığından atmıştı.

“Nipta’ya İhanet ettin mi?”

“Ne önemi var, nasıl olsa anlatacak olsam da  hiçbir şeye inanmayacaksınız.”

“Sen yine de anlat, seni Kral Sogon’a götüren neydi?”

“Bu sizi ilgilendirmez, ama ille de öğrenmek istiyorsanız gidip Sogon’a sorun.” dedi. Tahani, Mekar’ın bu umursamaz tavırlarına katlanamıyor olsa da, Kral Nipta’nın ona verdiği sorgulama görevinden kurtulmasının bir yolu yoktu.

“Buraya gelmek için uzun bir yol katettim. Kral Nipta’ya elim boş dönemem. Bu nedenle işe yarar birşeyler söylersen iyi olur, yoksa ben söyletmeyi bilirim.” deyince,

“Çok güzel bir karın var, buradan kurtulunca ilk iş, seni öldürüp, ona hak ettiği erkeği sunacağım.” diyen Mekar, hiç de içinde bulunduğu duruma uygun konuşmuyor, Tahani’yi daha çok kızdırmaya çalışıyordu.

Elindeki kırbaçla, yoruluncaya kadar, Mekar’a vurmaya devam eden Tahani,

“Ne yazık ki, Nipta ölmeni istemiyor, yoksa boğazını  keser, seni bu acıdan kurtarırdım.” deyince, Mekar:

“Gittiğinde karına selam söylemeyi unutma.” diyen Mekar’ın vücudundaki kırbaç izlerinden kanlar sızıyordu. Tahani, mağaradan çıkıp kapıdaki nöbetçilere,

“Sizinle hiç konuştu mu?” diye sorunca, iki nöbetçi de hayır anlamında korkuyla başlarını iki yana salladılar.

 Tepenin altında bekleyen arabaya inerken, bir kaç kere neredeyse düşecek gibi olan Tahani, “Bir daha buraya gelmek zorunda kalırsam Mekar’ı mutlaka öldüreceğim” diye yemin etti. Mekar’ı ne sebeple öldürmediğini bilmediği için  Kral Nipta’ya  öfkelenip  duruyordu…

 Tahani gittikten sonra Mekar’ı yoklamak üzere içeri giren nöbetçiler, vücudundaki kırbaç izlerine hayretle baktılar. Çünkü bu kadar dayağa rağmen çıt bile çıkarmamıştı. Ona biraz su içirdikten sonra:

“Senden ne istiyorlar, neden buradasın; bu kadar işkence etmelerine rağmen, seni neden sağ bırakıp öldürmüyorlar?” diye soran nöbetçilere alaylı alaylı bakan Mekar,

“Çok acıktım.” dedi…

 Tahan’i Nipta’ya yine eli boş dönmüştü.

“Bu kaçıncı sorgun?” diye sordu.

“Efendim; mazur görün ama Mekar’ı öldürmekten başka çaremiz yok.” diyen Tahani’ye,

“Sogon ile ne konuştuğunu öğrenmeden onu asla öldürmeyeceğim.” dedi Nipta.

“O halde onu sorgulamak için başka birini bulsanız iyi olur; çünkü bana ettiği hakaretler nedeniyle onu öldürmem an meselesi.” diyen Tahani’ye öfkeyle bakan Nipta, tahtından kalkarak, “Mekar’ı sorgulamaya gidiyoruz.” dedi…

İki haftadır Tahani aracılığıyla sorguladığı Mekar’ı, kendi sorgulamak için yola koyuldu.

32 yaşında olan Mekar, on yıldan fazla bir süre, Nipta’nın ordusunda asker olarak yer almış, son iki yıldır da orduyu komuta ediyordu. Nipta’nın en güvendiği kişilerden biriyken baş düşmanlarından biri olan Kral Sogon ile gizliden görüştüğünü öğrenen  Nipta,  Mekar’ı şehre döndüğü anda tutuklatıp bu mağaraya hapsetmişti.

Mekar’ı sorgulama görevini ise onun en nefret ettiği kişiye vererek  kinini göstermek istemişti. Bir yandan intikam almak isteyen Nipta, Sogon ile Mekar arasında nasıl bir bağ olduğunu öğrenmeden de rahat edemeyecekti.

Mağaraya ulaşan Nipta, perişan durumdaki Makar’ı görünce, başkomutanının bu durumlara düşmesine üzülmüştü doğrusu.

“Sen benim en yakınımdın!” dedi Nipta. Bunu hem öfke hem de hüzünle söylemişti. Mekar:

“Değişen ne oldu peki?” diye sorunca:

“Bir de aptal gibi mi davranacaksın! Sogon’la  neden görüştün, hemde benden habersiz?”

“Sogon’un yanından döndüğümde neden görüştüğümü  sana söyleyecektim ama sen, beni daha şehre girmeden, tutuklatıp bu mağaraya attırdın. Bu da yetmezmiş gibi, en nefret ettiğim kişiyi beni sorgulasın diye günlerce gönderdin.”  Nipta yaptığı yanlışı henüz anlamıştı. Belki de bu durumu çözmenin bir yolu vardır diyerek:

“Peki, şimdi başbaşayız; sen benden izinsiz görüşerek hata yaptın, ben de seni dinlemeyerek. Şimdi, istersen bu sorunu çözüp huzurlu bir şekilde vatanımıza dönelim.” dedi.

“Ben, senin için canımı hiçe sayarak onlarca cenge katıldım. Sen ise bilmediğin bir husus nedeniyle beni bu durumlara düşürdün. Yeryüzü krallarının ne kadar basit insanlar olduğunu sayende öğrenmiş oldum. Senin için canını feda etmekten çekinmeyen birine bunu yaşatırken gökyüzü kralından utanmadın mı?”

Bu sözler üzerine Nipta, Mekar’la asla uzalaşamayacağını anlamıştı. Onu öldürmek ile özgür bırakmak arasında kalakalmıştı. En önemli savaşçısını kaybetmekte olan Nipta, onu böyle eli kolu bağlıyken öldürmeyi bir zayıflık, krallara yakışmayan bir davranış olarak gördüğünden,

“Evet, benim için bir çok çarpışmaya girdin. Bu nedenle, şu anda bana ihanet etmiş olsan da, seni özgür bırakacağım. Sen de, özgür kalır kalmaz, soluğu Sogon’un yanında alır onun himayesine girersin, ama zaten yakın olan bir savaşta karşımıza çıktığınızda, ilk olarak seni öldüreceğimi de unutma.” dedi. Mekar’ın özgür bırakılacağını duyan Tahani, bu fikre  olanca gücüyle karşı çıktıysa da Nipta’nın kararını değiştiremedi.

İki haftalık esareti bu şekilde biten Mekar, mağaradan vakur bir edayla ayrıldı. Kırbaç izleriyle dolu vücudu ve yalın ayaklarıyla oradan uzaklaşırken,  onun bu hâlini görenler, firar etmiş suçlu bir köle olduğunu düşünebilirdi. Ama o, savaş meydanlarında yıldırım gibi çarpışan Mekar’dı…

Mekar, Nipta’nın kehanetini boşa çıkarmamış, doğruca Sogon’a sığınmıştı. Orada hüsnü kabul gören Mekar, kendi milletinden ayrılmış, başka bir kralın gölgesinde yaşamaya başlamıştı.

Ne yazık ki,  Nipta’nın ikinci kehanetinin gerçekleşmesi de uzun sürmedi. Sogon ile birçok konuda anlaşamayan Nipta, ordusuyla Sogon’un üzerine yürüdü…

İki ordu karşılıklı konuşlanmış, ilk yiğitlerini savaş meydanına sürmüşlerdi bile. İlk çarpışmada Nipta daha baskın olsa da,  bir beraberlik söz konusuydu. Savaşın ikinci evresi okçuların atışları ile devam etti ama  iki ordunun hıncahınç birbirine dalıp kenetlenmesi uzun sürmedi. Süvariler, kılıçlı ve mızraklı piyadeler tozu dumana katarak çarpışıyorlardı.

İki kral karşılıklı iki tepenin üzerinde çarpışmayı seyrediyor, galip gelmek adına aldıkları tedbirlerin işe yaraması için gök tanrısınına dualar ediyorlardı. Her iki kralın dua için ellerini açtığı tanrı oysa aynı tanrıydı…

Savaş daha ortadayken, yani kimin yeneceği henüz belli değilken Mekar, Sogon’dan Nipta’ya saldırmak için izin istedi. Bu, her ne kadar Mekar için bir intihar saldırısı olsa da, savaşın kaderini etkileyebilecek bir hamleydi. Bu nedenle Sogon, Mekar’ı istediğini yapmakta özgür bıraktı.

Atını şaha kaldıran Mekar, eskiden olduğu gibi, ama bu sefer yıllarca uğruna çarpıştığı krala karşı, yıldırım gibi saldırıya geçti. Onun geldiğini ilk gören Tahani oldu. Ancak savaştan kaçarak ordunun dağılmasına da sebep olan  yine o oldu…

Güvendiği adamların kaçıştıklarını gören Nipta, hiçbir şey söylemeden Mekar’ın kendisine ulaşmasını bekledi.

Mekar, onun karşısında atının üstünde duruyordu. Nipta atından aşağı inerek kılıcını çekti,

“Bu gün kaçınılmaz olan mutlaka olacaktır.” diyerek haykırdı. Mekar da atından inerek kılıcını çekti. İkisi arasında şiddetli ama denk bir çarpışma oldu. Ne de olsa ikisini de eğiten aynı ustaydı. Her ne kadar ikisi de aynı teknikleri biliyor olsalar da Mekar’ın savaş tecrübesi, onun galip gelmesine yetti. Boynundan darbe alan Nipta dizlerinin üzerine çöktüğünde Mekar’a,

“Canını bağışlamıştım, sen de beni merak ettiğim şeyden kurtar.” dedi. Ölmek üzere olan Nipta’ya  kederle bakan Mekar,

“Sogon’un kızı Ruz’a aşık olmuştum. Bu durumu hiç kimseyle paylaşamıyordum. Ne zaman ki kalbim, demircilerin erittiği maden gibi yanmaya başladı, işte o zaman karşı koyamadığım bir güçle Sogon’a gidip ondan kızını istedim. O bana, ‘Biz iki düşman kavimiz, yoksa kızımı sana verirdim.’ dedi. Ben de, ‘O halde Nipta’ya gidip beni azat etmesini isteyeceğim.’ dedim  ama sana ulaşamadan tutuklanıp işkence görmeye başladım. Sana ulaşabilseydim kendi durumunu sana mutlaka söyleyecektim.” dedi.

Son nefeslerini veren Nipta,

“Bir aşk uğruna… bir aşk uğruna, öyle mi?” deyince, Mekar,

“Sizin savaşlarınızın benim aşkım kadar anlamı olmamıştır. Siz daha basit şeyler için ölüp öldürüyordunuz” dediğinde, Nipta gök tanrısına ruhunu teslim etmişti bile…

Orhan Aksoy

***

VAKKAS

      Vakkas’ın Hikâyesi

  Nizamettin 35 yaşına henüz girmiş bir yıl önce, İnşaat işçiliği yaparak kazandığı parayla, bir çiftlik kurmuştu. 20 koyunu ve 4 de ineği vardı. 

   Çiftliği kurmadan önce, köydeki bir dönümlük arazisinde yapacağı işleri hayal ederken, bu kadar zorluk çekeceği aklının ucuna bile gelmemişti. Her ne kadar evli ve üç çocuk babası olsa da, çocukları henüz sabi olduğundan ona yardım edecek kimsesi de yoktu. Eşi Neriman ise üç küçük çocukla, neredeyse çobanlık yaparcasına uğraştığı için, kocasına çiftlik işlerinde yardımcı olamıyordu. Onun çiftliğe tek katkısı belki de bostan hasada gelince oradan sebze toplamakla sınırlıydı.

   Nizamettin dişiyle, tırnağıyla uğraşa dursun, bir gece iki koyunu sırra kadem bastı. Kurt götürmüş olsa onlardan arta kalan kan falan olurdu ama koyunların böyle kaybolması kurt işi değil, hırsız işi olmalıydı. 

   Bir koyun yetiştirmek uğruna ortaya koyduğu çabayı düşünen Nizamettin Ağa, emeğinin heba olmasına resmen ağlamıştı ki, babasının cenazesinde bile gözyaşı dökmemiş olan bir adam için, belki de bu durum şaşılacak bir şeydi ama emek heba olduğunda, gözyaşı dökmeye değer birşey olsa gerek!

      Bir tanıdığı aracılığıyla, çoban köpeği edinmeye karar veren Nizamettin, çok geçmeden, bir kangal edindi. Boz renkteki bu kangalın sadece kulaklarının ucu siyah olsa da çocuklar, ona Karabaş adını koydular. 

   Bu köpek çiftliğe gelince Nizamettin’in içi biraz rahat etmiş olsa da, çiftlik işlerinin ağırlığını tek başına yüklenemeyeceğini düşünerek, bir de çoban almaya karar verdi. Karabaştan üç gün sonra da 20 yaşındaki Vakkas çiftliğe geldi. 

       Vakkas için bir baraka yaptıran, aslında Vakkas’a yaptırtan Nizamettin Ağa, Karabaşın kulubesini de Vakkas’ın barakasına bitişik yaptırmıştı. Böylece, Vakkas’ın ilk icraatı, çiftlikte bir baraka, bir de köpek kulübesi yapmak olmuştu. 

 Vakkas, çalışkan çocuktu; neredeyse Nizamettin Ağa’ya yapacak hiçbir iş bırakmıyordu.

  Vakkas’la Karabaş’tan gözünü ayırmayan Nizamettin Ağa ise, “Bu ikiliyi iyi ki aldım; artık hırsızlardan yana hem içim rahat, hem de marabalıktan ağalığa terfi etmiş oldum.” diyerek seviniyordu. 

       15 yıl sonra Nizamettin Ağa, mantar zehirlenmesinden öldüğünde, çiflik, varlıklarıyla on katına çıkmıştı. Bir dönüm arazide, 20 koyun ve dört inekle başlayan bu çiftlikte o gün, 40 inek, 200 koyun, iki at, iki eşek ve yüzlerce kümes hayvanı vardı. Arazi ise 10 dönüm olmuştu. 

      Nizamettin ölünce, yerini büyük oğlu İlhan aldı. İlhan, Vakkas’a, “Sen de bu çiftlikle beraber babamın mirasısın. Onun yadigarısın. Bu nedenle ben de, babam gibi, seni yanımdan ayırmayacağım.” diyerek Vakkas’a çiftliğin daha önemli işlerini vermeye başladı. Zaten çiftlik o kadar büyümüştü ki, beş adam, canı çıkasıya çalışarak üstesinden anca gelebiliyordu. Vakkas ise yeni alınan işçileri eğitip yönlendirmekle görevliydi artık ama çiftlik işlerine yardım etmiyor da değildi…

   20 yıl da ilhan Ağa’ya hizmet eden Vakkas, 55 yaşına geldiğinde İlhan Ağa da bulaşıcı bir hastalık nedeniyle vefat etti. Onun yerine oğlu Yusuf geçmiş, o da Vakkas’tan vazgeçmemişti.

   Yusuf çiftliği devralınca, çiftliği bir kat daha büyütmeyi kısa sürede başarmıştı.  

  İlhan Ağa zamanında evlenmiş olan Vakkas’ın, iki kızı bir de oğlu olmuştu. Çocukları köy okuluna gidiyor çiftlik işlerine karışmıyorlardı. Ne varlıktaydılar, ne de  yoklukta; kendilerine tahsis edilmiş olan iki gözlü bir evde yaşayıp gidiyorlardı. 

   Çiftliği daha da büyüten Yusuf Ağa’nın geliri arttıkça artıyor ama yatırım yapacak yer bulamıyordu. 

     Son zamanlarda şehre sık giden Yusuf Ağa, sanki bir sır saklar gibi, hem heyecanlı hem de telaşlı görünüyordu. Yaklaşık iki ay boyunca kimse ne yaptığını anlayamamıştı ta ki bir gün, Vakkas’ı yanına oturtup, “Vakkas; bu köy bana yetmez oldu. Şehre öyle bir bina dikeceğim ki, köydeki şanımız, şehirde de namımız olacak.”  deyince Ağa’nın şehre niye gidip geldiği anlaşılmıştı. 

    Zamanla bütün gençlerini şehre gönderen Yusuf Ağa ve eşi dışında çiftlikte aileden hiç kimse kalmamıştı. Belki onlarda öldükten sonra, Nizamettin Ağa’nın zürriyeti artık şehirli olacaktı. 

   Vakkas 70 yaşına geldiğinde Karabaş’ın 40. torunu doğmuştu. Onun ismi ise Kocabaş’tı. Vakkas arada çiftlikte geçen ömrünü, hatıralarını, kimlerin gelip geçtiğini Kocabaş’a anlatırdı. 

   Vakkas’ın kızları evlenmiş tek oğlu ise şehirdeki hastanede temizlikçi olarak çalışıyordu. Anlaşılan o ki Vakkas da bu çiftliğin mezarlığına defnedilecekti. 

  Üç yıl sonra Kocabaş da yaşlanmıştı ve Vakkas’ın tek dostu da oydu. Çünkü Vakkas, 72 yaşında iken eşini de toprağa vermişti. 

      Yusuf Ağa, Vakkas’ı Kocabaş’la beraber serbest bırakmıştı. Ne köpeğe çobanlık ne Vakkas’a bir iş yaptırıyordu. Vakkas ise iki gözlü o evde 52 yıl geçirmiş, artmamış ama eksilmişti. Ömrünün sonlarına dayanmıştı yani. 

       Yusuf Ağa kalp krizinden vefat ettikten 10 gün sonra da Vakkas Allah’ın rahmetine kavuştu. Böylece Nizamettin Ağa’nın tanıdığı hiç kimse çiftlikte kalmamış oldu. 

   Yusuf Ağa’yı defneden oğlu Selçuk, tam da çiftliği satmak üzereyken Vakkas vefat etmişti. Çiftlik satılınca, aile mezarlığını ziyarete gelen Selçuk, en son olarak Vakkas’ın mezarını ziyaret ettiğinde, mezar taşında şu cümleyi yazıyor buldu, “Üç kuşak boyunca ağa zengin etti ama yoksul biri olarak öldü. Ruhuna el Fatiha!” 

                           Orhan Aksoy 

Karınca Yükü

Karınca Yükü
Acır!
Acıyınca içinde onulmaz yaralar.
Hasret kokan düşler, hayaller acır.

Hürdün sen, o zamanlar; gençliğin, çocukluğun,
Delik ayakkabı, yırtık pantolon kadar özgür.

En güzeli için kurulan hayaller gibi,
Sevmek arzusunun tutuşturduğu düşler kadar özgür…

Şimdi buruk,
Ham bir meyvenin kekremsi tadında hatıralar,
Düşleyince, o yeşil bahçeleri,
O, tenha diyarların efsaneleri gibi,
Yorgun ağaçlar,
Dağ başında esen rüzgarlar,
Hatıraların, ılgın tadı gibi, kekremsi,
Kuru ağzında yutulmayan,
Bir acıdır artık,
Boğazında düğümlenen,
Yenmeyen, içilmeyen
Yılan yastığı kadar acı.

Şimdi anla, bir karıncayı,
Kendinden büyük yükler taşırken,
Çektiği cefayı,
Bir kuytuda topladığı kırıntıları düşün.
Biriktirirken, tane tane yükleri, hatıraların gibi.
İterek değil, çekerek taşımanın,
Geçmişe gitmek gibi,
Bir karıncanın yüküdür hatıralar.
Sisli bir havada bir orman gibi,
Uzak, kara bir karartı,
Bir karınca gibi.

Geçmiş hayatın,
Sislerde kaybolunca,
Bir serap gibi.
Yüklen!
Yüklenebilirsen yükünü,
Taşı!
Gerisingeriye, cefa ile güç ile,
Sonra çekil!
Toprak altında bir deliğe,
Sırtlansın yükünü dünya
Siyah bir karınca gibi…

Orhan Aksoy