Zülal Ağa

ZÜLAL AĞA ( sıra dışı bir deli)
Nehir kıyısındaki bu küçük kasabaya yeni taşınmıştım. Kasaba mı, köy mü desem pek bilemedim ya! Şirin mi şirin, 2 bin nüfuslu bir kasabaydı. Evlerin çoğu kıyı şeridindeki ağaçların altında kaybolduğundan, neredeyse burada hiç ev yok sanırdınız. Ama kış gelip yapraklar döküldüğünde, evlerin taş duvarları insan teninin renginde dımdızlak ortaya çıkıveriyordu. Gerçi pek kar yağan bir yer değildi, sis ise pek eksik olmazdı kasabanın kış günlerinden…
İki üç yılda bir değişen memur tayfasını da saymazsak, kasabadaki herkes birbirini tanırdı. Burada bir cami, iki okul, sağlık ocağı ve üç katlı bir de hükümet konağı vardı. Bu resmi kurumların tamamı birinci caddedeydi. Zaten geriye iki cadde kalıyordu. İkinci caddede kasabadaki memurlar ile kasabanın zengin aileleri otururken; üçüncü caddede, sabahları elini yüzünü yıkamadan kahvaltı sofrasına oturan, nasıl geçindiklerini bile anlayamadığım fakir aileler oturuyordu. Gerçi bu fakir ailelerin düğünlerinde takılan altınları görünce boşuna okuyup öğretmen olmuşum derdim ya, neyse! Meğer bu kasabadan yurtdışına göç etmiş yirmi bin nüfus daha varmış. Yoksa burada, hiç çalışmadan geçinebilenleri anlamak imkânsız olurdu.
Yeni atanmış bir öğretmendim. Kasabalının tamamına yakınını bir ayda tanımıştım, nadir olsa da hiç tanımadığım kişilerle de karşılaştığım olmuyor değildi. Kasabadaki ilk yılım bittiğinde, kimin kimle akraba olduğunu; hangi çocuğun hangi aileden olduğunu bile tamamen öğrenmiştim. Herkesi tanıyınca insanın özgürlük alanı neredeyse kalmıyor; tüm gözler üzerinizdeymiş gibi hissedersiniz.
Vakit buldukça nehir kıyısına iner, ağaçların altında dolaşırdım. Okulda yapacağım bir iş yoksa evde televizyon izler, kitap okurdum. Yaşıtlarım bana pek uygun kişiler değildi, bundan ötürü, eve pek misafir çağırdığım olmazdı. Benim de evim üçüncü caddedeki garibanların arasındaydı. Onlarla çok yüzgöz olmaz, selam verir geçerdim.
Ben kendi halimde yaşıyor, buradaki miadımın dolmasını bekliyordum. Sürem dolunca, büyük şehre tayin isteyip, gidecektim. Bu nedenle, iki üç ay süren yaz tatillerini dört gözle bekliyordum. Yaz tatillerinde, bütün yılın sıkıntılarını üzerimden atmaya çalışıyordum. Ha gayret iki yılın kaldı, diyerek kendimi teselli etmeye çalıştığım bir sonbahar günü Zülâl’le karşılaştım.
Ona Zülâl Ağa diyorlardı. Meczup birine benziyordu. Onu, daha önce neden fark etmediğimi bir türlü anlayamamıştım. Meğer kasabanın delisi gibi bir şeymiş. Zararsız olduğunu söylüyorlardı. İri kıyım, üstü başı kir pas içindeki bu adama yaklaşmak cesaret isterdi doğrusu.
Kasabada herkesin zülâl Ağa dediği bu garip yaratık ilgimi çekmişti. Bir barakaya benzeyen kasabanın kahvehanesine gelir, sobada ellerini ısıtıp giderdi. Kirli saçları birbirine yapışmış, seyrek sakalları göğsüne kadar uzamış, büyük göbeğinin patlattığı düğmesiz gömleğinin altına giydiği asker yeşili kazağı ise hiç çıkarmayan biriydi.
Nerede yaşar, ne yer, ne içer pek bilmediğim bu adam, ikinci yılımın her gününde karşılaşmaya başladığım, sessiz, sedasız, garip bir kişiydi.
Onunla konuşulduğunda, hiçbir zaman konuşulan konuyu konuşmaz; o an aklından ne geçerse onu söylerdi.
Kahveci Seyfi ona, ‘’Aç mısın Zülâl Ağa?’’ diye sorduğunda, Zülâl, ‘’Emine ablanın tavuğu kaybolmuş, ama ben de bulamadım.’’ demişti. Seyfi, onu boş bir masaya oturtup, önüne arta kalan yemekleri koyduktan sonra, ‘’Cami imamını gördün mü, bu gün?’’ diye sormuş, o ise, ‘’Valla bahçeyi süpürdüm, tertemiz oldu.’’ diye karşılık vermişti. Bu adam hakikatten deliydi. Sorulan hiçbir şeye, konuyla ilgili cevap verdiğine şahit olmadım.
Onunla sık karşılaşmaya başlayınca, ben de ona selam vermeye başladım, lakin selamımı almazdı namussuz. Sanki karşısında cam gibi saydam, hava gibi boş bir şeymişim gibi; beni görmezden, duymazdan gelirdi. Sanırım yabancılarla konuşmayı sevmiyordu. Oysa kasabanın çocuklarını bile cevapsız bırakmazdı.
Gel zaman git zaman, Zülâl’den umudumu kesmiştim ki, aklıma kasabanın şivesiyle konuşmak geldi. Belki de, konuşma şeklimle onlardan biri gibi davranırsam, Zülâl de benle konuşurdu.
Bu konuda çok ciddi bir gayret sarf ettikten sonra, kasabanın kelimeleri ve şivesiyle konuşabilmeyi başarmıştım. Artık kasabalının diliyle Zülâl’e selam veriyordum; ne çare, Zülâl, selamıma gülüp geçiyor, yine cevap vermiyordu. O inat ettikçe, ben de inat etmeye karar verdim. Kendi kendime, ‘’Bak bakalım Zülâl Efendi; senin mi eşeğin kancık, yoksa benim mi?’’ diye söylenirdim; bu söylediğim bile, o yörenin sık kullandığı argo bir deyimdir.
Gerçi buradaki birçok atasözü veya deyimin küfürlü olduğunu anlamak için âlim olmaya gerek yoktu. Daha kasabaya ayak basar basmaz, herkesin nota virgül yerine, a… koyayım, dediğini görünce pek şaşırmadım doğrusu. Ama herkes olağan karşılasa da, ben bu konuda onları uyarmadan edemezdim. Seyfi’nin kahvehanesinde okey oynayan gençlere arada, ‘’Gençler ayıp ama! Diye seslenince, onlar, bir daha öyle demeyiz a… koyayım, kusura kalma hocam, derlerdi. Beş dakika sonra da herkes bildiği şekilde konuşmaya devam ederdi.
Zamanla ben de pes etmedim değil, çünkü bunları değiştirmeye imkân yoktu. Arada ettikleri küfürlerin dozu artar, dini ve milli değerlere kadar uzandığı da olurdu. Bu durumda, onlara öfkelenir, kahvehaneyi terk ederdim.
Kasabalı Zülâl hakkında pek bir şey bilmiyordu. Delidir, ama zararsızdır, der geçerlerdi. Kimdi, kimin oğlu, kimin kardeşiydi bilen pek yoktu. Kasabada kebapçı Veysi isminde yaşlı bir lokantacı vardı. Arada orada yemek yerdim. Lokantaya girince, 50 yıllık soğan kokusu, bayat çay kokusuyla karışmış gibi kokardı bu lokanta; ne var ki, kasabada başka seçenek de yoktu. Lokantadaki tahta sandalyeler, yağlı boyayla mavi renge boyanmış olsa da, zamanla onları kaplayan kirden dolayı, maviden çok, kara bir dumanın içine gizlenmiş mavi bir renge dönüşmüştü. Bir de bu sandalyelere oturmadan önce, elleyip yoklamakta fayda vardı; çünkü arada gevşemiş tahtalardan çıkmış çivilerin pantolonunuzu yırtma ihtimali de yok değildi.
Veysi Usta, bu kasabadaki en yaşlı kişilerden biriydi. Lokantası leş gibi olsa da, düz beyaz saçları daima itinayla kesilmiş, sakalı da sinekkaydı traş edilmiş olurdu. Veysi Usta’ya Zülâl’i sorduğumda, ‘’Bahçeci Ahmed’in oğludur. Belki kırk yıl önce, anne ve babası ölünce, kasabada kimi kimsesi olmayan biri olarak yaşamaya başladı. Ağabeyleri ile ablaları alamancıdır, onlar gittikten sonra bir daha dönmediler. Zülâl, tek başına, babasından kalma bahçede, iki odalı kerpiç bir evde yaşıyordu. Yaşı küçüktü. Ne bahçeye bakabildi, ne eve. Zamanla bahçe viran, ev harabe olunca, Yeşil Ahmet, onun arazisini yok parasına satın aldı. Gerçi Zülâl’e satma dediydik, ama bizi dinlemedi. Yeşil Ahmet’in şerrinden de korktuğumuz için bu alışverişe engel olamadık. Zülâl, eline para geçince, nehir kıyısında, parası suyunu çekinceye kadar bira içti. Artık ne parası vardı, ne gidecek bir yeri. Camiinin imamı Molla Hurşit, camiyi temizlemesi karşılığında, caminin arka tarafında kalan dükkândan bozma bir oda verdi ona. Zamanla oranın da kapısı kırıldı, eşyaları çürüdü gitti. O hâlâ orada yatıp kalkar. Ahali, onu aç bırakmaz ama fazla da yüzgöz olmazlar onunla. Anlayacağın bu Zülâl, kimi kimsesi olmayan, delinin tekidir.’’ diye anlattı.
Şimdi, ne Molla Hurşit ne de Yeşil Ahmet hayatta dağîlerdi. Onlar öleli çok olmuştu. Ama garip Zülâl, hâlâ hayatta hâlâ kimsesizdi…
Kasabada uğraşacak pek bir şey olmadığından, ben de Zülâl’le ilgili bir kitap yazmaya karar vermiştim. Duyduklarımı, gördüklerimi not almaya başlamıştım. Gerçi bunu sırf can sıkıntısından yazdığım için, enteresan bir şey ortaya çıkacak mı, bilmeden yazmaya devam ediyordum.
Kasabanın yaşlılarına onu sordum, gençlerinden onu dinledim. Çoğu anlatılanlar belki de gülünecek şeylerdi. Zaten kasabalı için gülünecek şeylere de ihtiyaç yok değildi.
Bir ara Zülâl’in sattığı araziyi görmeye gittim. Orada artık fırıncı Ahmet oturuyordu. Güzel ve bakımlı bir bahçeydi. Herhalde üç dönüm vardı. Bahçe, yoğun ağaç ve çalılarla dolu olduğundan bahçedeki ev neredeyse görünmüyordu. Büyük bir dağdağan ağacının altından, iki tarafı taşlarla örülmüş dar bir yoldan, bahçenin gerisindeki eve kadar gidiliyordu.
Ev, iki katlı beton bir evdi. Yeni yapıldığı belli oluyordu. Çünkü buradaki evlerin çoğu taştan yapılmış evlerdi. Zamanla, taş ustaları ölmüş veya bu işi bırakmış olmalıydılar. Artık yeni yapılan evler briketten ve beton sıva kullanılarak yapılıyordu. Taş evlerin yerini almış olan bu evleri görmek üzücüydü. Nedense, bu şirin mi şirin, yemyeşil olan kasabanın doğal yapısına aykırı gibi görünüyorlardı. Taş evler, hem daha asil hem daha güzeldi; kasabaya da daha kadim bir hava katıyorlardı.
Zülâl’in bahçesi, birçok kere el değiştirmişti. Şimdi evin avlusunda ceviz kurutmakta olan Emine Abla oturuyordu bu evde. Fırıncı Ahmet’in karısı olan Emin’e Ablaya selam verip destur istedim. Emine abla,
– Buyur Hoca Efendi; hoş geldiniz, diyerek beni davet etti. Ceviz ağacının altındaki bir kütüğün üzerine oturup onun, cevizleri soymasını izlemeye başladım. Cevizlerin kararmış olan kabuklarını bir çakı yardımıyla soyup gölgedeki bir çulun üstüne atıyordu. Elleri, ceviz kabuklarından dolayı, kimi yerleri kapkara, parmak uçlarıysa kına yakılmış gibi kıpkızıl görünüyordu.
Birkaç taze ceviz kırıp bakır bir tabakta önüme bıraktı. Yere çömelerek oturmaktan olsa gerek, ayağa kalktığında, tekrar oturmadan önce belini birkaç kere gerip öyle oturdu. Bir an, üç beş yıl sonra, tamamen iki büklüm olmuş hali gözümde canlanınca Emine Abla’ya üzüldüm doğrusu. Ona da Zülâl’i sordum. Emine Abla,
– Soyha(Uğursuz); bir gün açlıktan ölmezse iyi, dedi. Onu ne zamandan beri tanıdığını sorduğumda, Emine Abla da bildiklerini anlatmaya başladı.
– Zülâl Ağa’yı çocukluğundan tanırım. O da benimle akrandır. İlkokula beraber başlamıştık, babası ölünce okulu bıraktı. Ondan sonra da pek ortalıkta görünmedi zaten. Ya balık avlamaya gider, ya da içki zıkkımlanıp bir yerlerde sızardı. Babam birkaç kere, onu alıp bizim eve getirmişti. Leş gibi kokuyordu. Onu hamama koyup güzelce yıkar, karnını doyurduktan sonra saatlerce nasihat ederdi. Üç beş gün sonra, aynı vaziyette bir daha bulurdu. O gün bu gün Zülâl bu haldedir, dedi.
– Ona neden ağa diyorlar, diye sorunca, Emine Abla,
– Hiçbir iş yapmaz, yan gelir yatar; bundan dolayı, herkes ona ağa der, dedi. Emine Abla’nın anlatacağı başka bir şey kalmamıştı. Ben de, taze cevizleri yedikten sonra, ona kolaylıklar dileyerek kahvehaneye döndüm.
Kasabadakiler beni benimsemişti. Artık onlardan biri gibi olmuştum. Taziyelerine, düğünlerine gitmezlik etmezdim. Hatta orada, zamanla, kendimde bir aidiyet duygusu oluşmaya başladığını fark ettim. Herkesle akraba olmuş gibiydim. Arada kasabadaki dedikodulara da iştirak ettiğim oluyordu. Onların hikâyeleri ve anlıları, benimde hikâyelerim, anılarım haline gelmeye başlamıştı. Sanki ezelden beri, burada, bu insanlarla beraber yaşıyormuşum gibi hisseder olmuştum. Bir gün buradan gidecek olsam ki, eninde sonunda gidecektim, memleketimi bırakıp gitmiş gibi olacaktım. Belki de buradan başka her yer, benim için gurbet olacaktı ancak, eninde sonunda buradan gidecektim.
Ben Zülâl Ağa’ya selam vermekten usanmıştım o ise, selamımı karşılıksız bırakmaktan usanmadı. Öyle sanıyordum ki, Zülâl hakkında, Zülâl’den bile daha çok şey biliyordum. Beki Zülâl; kim olduğunu, kimin oğlu, kimlerin kardeşi olduğunu bile unutmuştu. Bense bunarın hepsini biliyordum.
Zülâl’in hayatını, yaşam şeklini bile ezberlemiştim. Sabahın köründe kalkar, kasabanın bekçisiymiş gibi, bütün kasabayı güneş doğuncaya kadar turlar, kahveci Seyfi’nin dükkânını açmasını beklerdi. Orada beleş çayını içtikten sonra, öğle yemeği için lokantacı Veysi’nin etrafında dolanmaya başlardı. Veysi Usta, ona bir şeyler verecek olsa yer, umudunu kesecek olursa soluğu fırıncı Ahmet’in yanında alırdı. Fırıncı Ahmet, asla boş çevirmez, umudunu kırmazdı onun.
En son, bir kış günü, Seyfi’nin mekânında oturmuştuk. Akşama doğru hava iyice soğumuştu. Gençler piniker oynuyorlardı. Ben de Seyfi’nin çay ocağının yanına sandalyemi çekmiş, gazete okuyordum. İçerisi iyice soğumaya başlamıştı. Seyfi, sönmekte olan sobaya odun atıktan sonra bir şiş yardımıyla alttaki közleri hareket ettirerek sobayı yeniden tutuşturdu. O sırda, dışarıdan gelen kasap Fehmi, sobanın başına geçip ellerini ısıtmaya başladı. Fehmi’nin peşi sıra içeriye giren Zülâl, soğuktan tüylerini kabartmış bir kedi gibi, sessizce sobanın başına gitti. Onu fark eden Fehmi, sobaya yaklaşmasına engel oluyordu. Zülâl bir iki hamle yapmış, Fehmi ise onun önüne geçerek sobaya yaklaştırmamıştı. Aklınca eğleniyordu. Garibanın haline acımış olsam da müdahale etmek istemedim. Ne de olsa, Fehmi sıkılıca onu rahat bırakacaktı.
Zülâl kirli ellerini koca göbeğinin üzerinde birleştirerek Fehmi’nin gitmesini beklemeye başladı. Fehmi ellerini ısıttıktan sonra, ‘‘Bıkmadınız mı lan, şu pinikerden! 66 oynayacak kimse yok mu?’’ diye bağırdı. Tek başına oturan taksici Osman, ‘’Gel de bir ifadeni alayım, anlaşılan sen, yenilmeye doymuyorsun .’’ diyerek Fehmi’ye meydan okuyunca, Fehmi sobayı Zülâl’e bırakarak Osman’ın yanına gidecekken, sobaya yaklaşan Zülâl’in ensesine öyle bir tokat yapıştırdı ki, tokadın sesini minaredeki müezzin bile işitmiştir.
Kahvehanede oturanlar, Zülâl’e bakıp kahkahalarla gülmeye başladılar. Oturanlardan biri, ‘’Fehmi; bir tane de benim için yapıştır şu soyhaya!’’ dediyse de Allah’tan, Fehmi ikinci tokada niyetlenmedi. Yoksa Fehmi’nin burnuna yumruk atmak için hazırlanmıştım.
Fehmi, Osman’ın karşısına oturup, ‘’Dağıt bakalım kâğıtları.’’ diyerek, masada kalmış olan simit parçasını ağzına attı. O sırada kahveci Seyfi çay dağıtıyordu. Fehmi’nin arkasına geçince, kocaman elleriyle Fehmi’nin ensesine öyle bir tokat patlattı ki, Fehmi’nin ağzındaki simit o sırada, kâğıt karmakta olan Osman’ın suratına fırlayıverdi. Osman, kâğıtları masaya bırakıp yüzünü temizlemeye başlayınca, Fehmi de ayağa kalkarak, kendisine tokat atan Seyfi’ye dik dik baktı. Seyfi bu sefer de, Fehmi’nin yanağına sevecen iki tokat şaplatıp, ‘’Şeytanınız bol olsun gardaş; çay mı, oralet mi?’’ diye sordu. Fehmi’nin maçası yememişti anlaşılan. Sandalyesine geri oturup sessini çıkarmadan Osman’a baktı. Kahvehanedekiler bu sefer gülmedi tabii.
O sırada, ellerini ısıtmaya çalışan Zülâl, sanki hiçbir şey olmamış gibi, olduğu yerde, iki yana salınıp duruyordu. Ona acımıştım, ama Seyfi babalık yapıp öcünü almış olduğundan rahatlamıştım. O akşam, Seyfi’ye saygım kat kat artmıştı. Zülâl’e baktığımda ise çok üzülmüştüm. O tokat, sanki bana atılmış gibi, içimde bir yere oturmuştu.
Karanlık çökmüş, kahvehanedekiler oyunlarına dalmıştı. Zülâl, kaşla göz arsında, Seyfi’nin verdiği duble çayı da içtikten sonra sıvışıp gitti. Ama peşini bırakmaya niyetim yoktu. Ne olursa olsun, benimle konuşmasını sağlamalıydım. Hem bu soğukta sokaklarda kalmasına gönlüm razı değildi.
Peşinden dışarı çıktım, soyha gözden kaybolmuştu bile. Gerçi nereye gidebilirdi ki, zavallı adamın gidebileceği tek yer, caminin avlusuydu.
Onu, avludaki şadırvanda oturmuş, ellerini yıkarken buldum. Avluyu aydınlatan sarı ışıklı lambanın adlında, koyu karanlık bir gölge gibiydi. Sanki paslanmış bakırdan dev bir heykel gibi görünüyordu. Şadırvana düşen gölgesi manzarayı daha ürkütücü yapıyor olsa da, usulca yaklaşıp,
– Selam, Zülâl Ağa, dedim. Doğrusu bana karşılık vermesini ummuyordum. Aylardır selam verdiğim halde, bir kere bile selamımı almış değildi. Başını önüne eğmiş, çeşmeden sicim gibi incecik akmakta olan suya dalmıştı. Selamımı tekrarlayınca, ani bir hareketle yüzüme bakarak,
– Muallim Efendi; ne diye götümde dolanıyorsun! Diye çıkıştı. Nihayet, argo olsa da bir karşılık vermişti. Onu ürkütmek istemiyordum, belki benimle konuşacaktı artık.
– A! Çok ayıp, öyle denir mi? Diyerek yanına oturdum,
– Neymiş ayıp olan?
– Götümde dolanıyorsun, denmez, dedim.
– Ne denir peki; hem Emine Abla bile öyle der; bahçeye her çıktığında, yem vereceğini sanan tavuklar peşine takılır onun. O da, ‘’Ne götümde dolanıyorsunuz!’’ diye bağırır. Vallahi, o da öyle der, dedi.
– Peki, haklısın. Kusurumu affet; nasıl istersen öyle konuş, yeter ki konuş, dedim.
– Bak Muallim Efendi; çok tehlikeli iş yaparsın sen, deyince şaşırmıştım. Neyi kastettiğini de anlamadığım için,
– Nasıl yani? Diye sordum. Zülâl, hâlâ sicim gibi akan suyu parmaklarıyla tutmaya çalışır gibi yapıyordu. Sanki bunu yapmaktan derin bir haz alıyor gibiydi. Ses etmeden konuşmasını bekledim. Üşüyen ellerini sudan çekip kirli gömleğiyle kuruladıktan sonra,
– Sen Zülâl’in peşindesin, dedi.
– Evet, senle konuşmak istiyordum, dedim.
– İyi de, Zülâl Ağa’nın peşinde olsan çoktan konuşurdum seninle ama sen, Zülâl’in peşine düşmüşsün, dedi. O, böyle söyleyince, Zülâl’in çift kişilik taşıdığından şüphe ettim. Ama tam olarak ne demek istediğini de çok merak etmiştim.
– Zülâl kim, Zülâl Ağa kim; ikisi aynı değil mi? diye sordum.
– Zülâl Ağa, benim, ama ben Zülâl Ağa değilim, dedi.
– Gerçekten merak ettim; anlat bakalım, dedim.
– Zülâl Ağa’yı kasabalılar yarattı ama o, ben değilim. Ben ise Zülâl Ağa’nın öldürdüğü Zülâl’im. 35 yıl önce onu yok ettim. Ya da öyle sanıyorum, dedi. Anlattığı şey, baya karışıktı ama deli sözüne de benzemiyordu.
– Zülâl kim? Diye sordum.
– Babam; temiz, saf, pak anlamında bu ismi vermiş bana. İyi bir adamdı babam. Ağabeylerim ile ablalarım ise yurtdışına, daha ben doğmadan önce, gittiklerinden onları hiç tanımadım. Ben ilkokuldayken, önce annem sonra babam vefat etti. Ben de okulu bırakmak zorunda kaldım. O zamana kadar zülâl’dim ben.
– E! Sonra ne oldu?
– Sonra yeşil Ahmet geldi. Arazimi satın almak istiyordu. Doğrusunu istersen, bahçe işinden pek anlamıyordum. Bahçeyi yabani otlar kaplamış, evin damı da çökmüştü. Yeşil Ahmet arada gelir, ‘’Oğlum bu böyle olmaz; yazık şu bahçeye, bana sat, ben ilgileneyim.’’ deyip duruyordu. Fırıncı Ahmet ile Molla Hurşit, ‘’Sakın bu boku yeme.’’ dedilerse de, ben o boku yedim. Yeşil Ahmet, her geldiğinde, kızını da gözüme sokar gibi yanında getirirdi. Sarışın ve salak bir kız olsa da çok sevimliydi. Gel zaman git zaman, bu kıza tutuldum. Akrabaları, bahçeni ona satarsan kızı sana seve seve verir diyorlardı. Daha 14 yaşındaydım. Ben de inandım. Yeşil Ahmet’in gözüne girmeliydim. Bahçeyi yok pahasına sattım ona. Tapusu Ethem Amca’daydı. Babamın dostu olan yaşlı bir adamdı, Ethem. Konuşunca iki tane sesi varmış gibi konuşurdu. Bir sesi ince, bir sesi kalındı. Sanki boğazının içinde iki tane cüce varmış gibiydi. Yeşil Ahmet’e kızmıştı ama Yeşil Ahmet, allem etti kallem etti, benim de rızam olduğunu söyleyince, Ethem Amca da tapuyu ona verdi.
– Yani bahçeyi böyle kaybettin, öyle mi?
– He, öyle. Sonra Yeşil Ahmet’in kızını istemeye gittim. Yeşil Ahmet, ‘’Bre densiz, sen kim kızımı istemek ne; çulsuz yetim, defol karşımdan.’’ diyerek beni kovdu. Kovarken de, bir zamanlar benim olan bahçeye girmemi yasakladı. Bizim millet fitneci ve fırıldaktır. Gidip Yeşil Ahmet’e, ‘’Senin kız salaktır; sakın Zülâl, onu kaçırmasın.’’ diye fit vermişler. İki gün sonra kızı, komşu köydeki yeğenine, verdi. Bir hafta olmadan düğünü olmuştu bile.
– Kız da elden gitti. Peki sonra?
– Elime geçmiş olan paranın her meteliğiyle içki alıp içtim. Artık ne yıkanıyor, ne camiye gidiyor, ne de bir iş yapıyordum. Orda burada sızıp kalıyordum. Arada Fırıncı Ahmet beni bulur, evine götürürdü. Beni yıkayıp temizler, ‘’Evladım gel yanımda çalış.’’ derdi. Ama benim fırında çalışmaya niyetim yoktu. Yine gider içer içer, bir yerlerde sızardım. Fırıncı Ahmet, en son beni bulduğunda kötü hastalanmıştım. İçki satan Hakan’a gidip, ‘’Zülâl’e bir daha içki satarsan seni vururum.’’ diye tehdit etmişti. Ama ne Hakan, ne de ben onu dinlemedik. İyi olur olmaz, kendimi sokaklara atıp yine içmeye başladım. Fırıncı artık beni bir daha aramadı. Ben de utandığım için onun yanına gitmedim.
Kısa sürede param bitmiş ve çok acıkmıştım. Oltam olsa nehirde balık avlardım belki ama oltam da yoktu. Nereye gittiysem kovuldum. Lokantacı Veysi bile beni kovmuştu. İki gün it gibi dolaşmış, sonra açlıktan bayılmıştım. Uyandığımda, Molla Hurşit başımdaydı. Beni, gasilhanede yıkamışlardı. Hatta uyandığımda teneşirin üzerindeydim. Yeni giysiler giydirmişlerdi. Uyanınca, önüme yemek koydular. Kurt gibi acıkmış olsam da fazla yiyemedim. Molla Hurşit, ‘’Doydun mu?’’ diye sorunca başımla evet dedim. Sonra ne ettilerse konuşmadım. Delirmiş, dediler. Fırıncı Ahmet, ‘’Benim suçum; herkese, onu aç bırakarak terbiye edelim, diyen bendim.’’dedi. O zaman, neden kimsenin bana yemek vermediğini anladım. Bana oyun etmişlerdi. Akıllarınca, Zülâl yalvaracak ve iş isteyecekti. Ama neredeyse ölüyordum. İçimden; siz, Zülâl’e oyun edersiniz ha! Dedim. Ondan sonra, deli numarası yapmaya başladım. İşte o gün Zülâl, o gasilhanede gerçekten öldü. Ve Zülâl Ağa, o gün doğdu, dedi.
Zülâl’in anlattıkları hayret vericiydi. Olayın iç yüzünü belki benden başka bilen de yoktu. 15 yaşında deli numarasıyla kasabalıyı kandırmış, 35 senedir bunu devam ettiriyordu.
-Sen ise tuttun Zülâl’in peşine düştün. Millet, onun yaşadığını, deli olmadığını anlarsa ne olur biliyor musun?
– Vallahi bilmiyorum, ama senin için üzülüyorum. Bu soğukta, cami avlusunda yaşıyorsun. Bir gün aç, bir gün toksun. Üstün başın perişan. Seni bu halde görmek içimi parçalıyor, dedim.
– Bak Muallim Efendi; 35 yıldır Zülâl’le konuşan tek kişi sensin. Ama bunu, kimseye anlatayım deme. 50 yaşıma kadar hal, vaziyet buydu. Bundan sonra da böyle kalsın, kurcalama, dedi.
– Keşke o kadar kolay olsa ama senin bu haline dayanamıyorum. Gel, benim evimde kal; nereye gidersem, seni de yanımda götürürüm, dedim. Zülâl, teklifime kahkahayla güldü,
– Yahu sen, benden daha delisin, dedi. Nedenini sorunca,
– Zülâl öleli 35 yıl oldu. Bu ceset, senle nereye gelsin. Hem ben, sevgilimi bekliyorum, dedi. Ben de Yeşil Ahmet’in kızı sanarak,
– O, evlenmedi mi? Dedim.
– Ne evlenmesi Muallim; o, para biriktirip burada iş kurmaya gelecek, ben de onu koruyacağım. Tek seferde, iki üç ton odun kırabilirim. Güçlü ve kuvvetliyim, dedi.
– Yahu! Yeşil Ahmet’in kızı değil mi o, evlendi, dedin ya!
– O salak da nereden aklına geldi; ben Zeliş’i diyorum, dedi. Zeliş diye birini ilk kez duyuyordum.
– Bak onu hiç duymadım, dedim.
– O, benden 15 yaş küçüktü. Benim gibi yetim kalmıştı. Yani bu kasabada iki yetim yaşadı. Biri Zülâl, diğeri Zeliş’ti. Zülâl deli olmayı seçti, deyince, merakla,
– Zeliş ne oldu peki? Diye sordum. Hava buz gibi olmuştu. Zülâl da belli ki üşüyordu. Ama benimle konuşmak için olsa gerek, soğuğa tahammül etmeye çalışıyordu.
– İstersen, benim eve gidelim; sobayı yakar, çay demler ve sabaha kadar konuşuruz, dedim.
– Katiyen olmaz; Zülâl Ağa, hiç kimsenin evine gitmez, dedi. Ben de,
– Zülâl, peki; o da gelmez mi? Diye sordum.
– O, öldü dedik; anlamıyor musun! Diye haykırdı. Öfkelenmişti. Daha fazla öfkelendirmeye niyetim yoktu.
– Tamam, kızma hemen; üşüdük biraz, kapalı bir yere geçsek iyi olur, dedim.
– O halde sen, benim evime gelmelisin, dedi. Ev dediği, caminin arkasında taştan yapılmış bir mağara gibiydi. Kapısı da yoktu ama en azından poyrazı yemeye devam etmeyecektik. Kalkıp Zülâl’in inine gittik. Çünkü burası, anca bir in olabilirdi. Taşlardan yapılmış kubbeli bir yapıydı. Altı metre kare anca vardı. Duvarlar, içerde yakılmış şeyler yüzünden, kapkara olmuştu. Tavana yakın yerleri örümcek ağları kaplamıştı. Odanın bir yanına kartonlar serilmiş bir yanına da onlarca gazete istiflenmişti. Gazeteler, muntazam şekilde istiflenmiş olduğundan yakmak için getirmediğini anladım. Ama ne yapmak için biriktirmiş olduğunu anlayamamıştım.
– Bu gazeteler ne için? Diye sordum.
– İlk sorunun cevabını vermedim daha, sabret, dedi. İlk sorum mu, dedim kendi kendime. Ne sorduğumu hatırlayamamıştım çünkü. Zülâl,
– Zeliş de, hem yetim hem öksüzdü, deyince, sorduğum soruyu hatırladım. Normalde, sorulan hiçbir soruya normal karşılık vermeyen Zülâl, neredeyse aklımla oynuyordu. Çok tuhaf bir durumdu bu durum, ama hoşuma da gitmişti hani. Zülâl’in karşısına bir yere oturdum ve dinlemeye başladım.
– Zeliş’in memeleri belirginleşmeye başlamıştı. Kızıl saçlı, beyaz tenli, fıstık gibi bir kız olmuştu. Okusaydı, muhtemelen öğretmen falan olurdu ama o, orospu olmayı seçti, dedi. Zülâl bunu deyince, Tükürüğüm boğazımda kalmış, neredeyse boğulacak gibi olmuştum. Çok fena öksürdüğümü gören Zülâl, ‘’Su getireyim mi?’’ diye sordu ama ben, ‘’İyiyim, iyiyim.’’ diyerek, sen anlat anlamında işaret ettim.
– Yetimin biri deli, diğeri orospu olmuştu, anlayacağın. Gerçi beni ilgilendiren bir şey değildi bu. Zaten onunla hiç konuşmuşluğum da yoktu. Hani sen, götümde dolanırken seni cevapsız bıraktığım gibi, onu da cevapsız bırakırdım, dedi.
– Ona, neden cevap vermezdin? Diye sorunca,
– Bunu ben de bilmiyorum, dedi. ‘’Öyle olsun bakalım.’’ diyerek anlatmasını bekledim. O, anlatmaya devam etti.
– İki yıl önce, bir grup sarhoş, bunu kıyıya götürüp eğlenmek istemişti. Gittiklerini de gördüm tabii. Akşama doğru, Zeliş’in küfürler ederek buradan geçtiğini gördüm. Tam odamın kapısına gelince durup, ‘’Ne orospu çocukları var; madem paranız yok, ne diye beni çağırırsınız?’’ diye söylenip duruyordu. Ardından da, ‘’Ulan bakkal bile veresiye vermez, mal oğlu mallar, şerefsizler! Siz kim, Zeliş’i, beleş kucağa oturtmak ne?’’ diyordu. Ben bile tırsmıştım ondan. Kurt gibiydi o gün; tuttuğunu parçalayacak gibiydi. Sonra, odama girip bir köşede oturdu. Sesiz sedasız ona bakıyordum. ‘’Ulan Zülâl, buradaki tek akıllı sensin ya, Senin de paran yok!’’ dedi. Hiç bir şey demedim. ‘’Paran olsaydı beni alır mıydın?’’ diye sordu, sonra kendi cevapladı, ‘’Ulan oğlum; kızıl saçlıyım, memelerim kar gibi beyaz, taş gibi sert; beni almayıp da ne yapacan.’’ dedi. Söyledikleri hoşuma gitmişti. Hayatımda annem hariç, hiçbir kadına dokunmuş biri değildim. Zeliş’ten çok etkilenmiştim. Kızıl saçları ipek gibiydi. Yüzü, marulun kökü kadar beyazdı. Kokusu, nergis bahçesi gibiydi. Ona dokunmak, öpmek, okşamak istiyordum. Sanırım o da istiyordu. Oturduğu yerden kalkıp yanıma sokuldu. O yaklaştıkça, kalbimin arada bir durup tekrar çalıştığını hisseder gibi oldum. Nefesim tıkanınca kalbimde duruyordu. O, sokulmaya devam ettikçe kalbim, Yeşil Ahmet’in bozuk traktörü gibi tekleye tekleye çalışıyordu. Başını tam göğsüme koymuştu ki, kokusu beni cenneti alaya kadar götürüp getirdi. Kendimden geçecek gibi oldum o esna da, diyerek susan Zülâl’e bakıyordum. Anlatmasını sürdürsün diye de, konuşmasını bölmüyordum. Zülâl susmuş ve dalmıştı. Ben ise meraktan çıldırmak üzereydim. O, anlatırken Zeliş’in saçlarını okşamış ve göğüslerini öpmüş gibi hissettim. Başka şeyler de hissettim de o kalsın. Baktım Zülâl konuşmayacak,
– E! Sonra ne oldu, dedim. Zülâl, sanki girdiği düşten çıkmak istemiyor gibiydi. Daldığı hatırayı, belki de şu anda yaşıyordu. Konuşmazsa biraz kendi haline bırakayım, dedim. Ağır ağır yüzünü bana çevirdiğinde, iğrendiğini hissettim. Kendi kendime, ‘’Düşündüklerimi anlamışsa boku yedim.’’ dedim Zülâl,
– Artık o esnada nasıl kokuyorduysam; Zeliş, öğürerek üstüme kustu. Kıyafetimde, bir anason kokusu eksikti, o da tamam olmuştu. Sonra, ‘’Affedersin Zülâl, midem kalktı.’’ dedi. Ben hâlâ susuyordum. ‘’Ama sen de, murdar eşeğin karnındaki ölü balık gibi kokuyorsun; hiç mi yıkanmazsın be adam!’’ diye bağırdı. Bir de üstümü temizlemeye kalkmasın mı! Eline aldığı gazeteyle, beni temizlemek için yaklaşınca, kafama da kusmak zorunda kaldı. İkinci kere kusunca, ‘’Eşeğin dölü, git nehirde yıkan; pislik herif.’’ dedi. Sonra ‘’Zülâl, ben yarın büyük şehre gideceğim; orada orospuluk yapıp para biriktireceğim. Sonra buraya dönüp bir tuhafiye dükkânı açacağım. O zamana kadar beni bekle. Seni de yanıma alırım. Sen beni korur, ben de para kazanırım. Gül gibi geçinir gideriz.’’ dedi ve gitti. Ondan sonra onu, ne gördüm ne de duydum. Böyle işte. Sanırım ona âşık olmuştum, dedi. Zülâl bunu anlatınca, ne diyeceğimi bilemedim.
– Zülâl, hiçbir kadınla olmadın mı? Diye sordum.
– Yok, olmadım, dedi. Her bakımdan acınacak bir adam olduğundan, bir şeyler yapmalıydım.
– Bak, seni, berber Hasan’a götürüp traş edelim. Sonra hamama götürüp yıkayalım. Sana bir de güzel bir kıyafet alalım; tabii bütün masraflar benden, dedim. Zülâl,
– Olmaz, bir deli böyle giyinirse millet alay eder, dedi. Nasıl bir mantıktı bu böyle. Deli de olsa deli gibi giyinip, deli gibi davranmak zorunluluğu vardı; aksi delilikti. Deliliği anlamak pek mümkün değildi ya, her neyse…
– Yahu! Seni, böyle giydirip kerhaneye götürmek istiyorum; sen de onların bir tadına bak, dedim. Zülâl, utanmıştı.
– Muallim Efendi; olmaz dedik ya! Dedikten sonra yüzünü bağrına gömdü. Yüzü kir içinde olmasaydı, muhtemelen kızardığını görebilecektim.
– Neden olmazmış, sen de insan değil misin? Diyerek, onu teşvik etmek istedim.
– Olmaz! Hem ben, benim orospunun üzerine gül koklar mıyım? Dedi. Zeliş’ten başka bir kadını istemediğini açık açık söylüyordu. Bu deli, namuslu bir deliydi anlaşılan.
– Keşke evlenip Fırıncı Ahmet’in yanında çalışmış olsaydın, dedim. Ahmet Abi, sana iyi bakardı; hem Emine Abla da iyi insandır, onların yanında mutlu ve huzurlu olurdun, dedim.
– Benim gibi ayaşa kim kız versin. Hem kumarbaza, hırsıza ve ayaşa kız verilmez, bilmiyorsan öğren, dedi.
– Yahu tevbe edersin! Yeni bir başlangıç her zaman mümkündür, dedim.
– Yahu Muallim! Hiç orospu tevbe tutar mı? Diye, lafımı ağzıma tıkadı. Sonra anlatmaya devam etti.
– Çin Çin Ali diye bir kumarbaz vardı. Komşu köydendir. Bağının, bahçesinin hasadını alır her yıl kumara verirdi. En son yüklü parayla buraya gelmişti. Seyfi’ler onu araya alıp kare asları, kafasına kafasına vuruyorlardı. Saatine kadar aldılar; sonra da siktir ettiler onu. Her şeyini kaybeden Çin Çin, köpek gibi kuyruğunu bacağının arasına kıstırıp, ayağı yanmış it gibi, bir oraya bir buraya gidip geldi. Baktı ki olacak gibi değil, gözden kayboldu. Kumarbazlar asla iflah olmaz, değil mi? Dedi.
– Çin Çin’e acıdım doğrusu; zavallı adamın bütün emeği gitmiş; hem bizim Seyfi’ye de yakıştıramadım, dedim.
– Ne acıması Muallim! Onun kafasına kurşun sıksan, yarım saat kafatasında dolaşsa bile beynine isabet etmez. Asıl acınacak olan, karısı ve çocuklarıdır, dedi. Zülâl haklıydı. Böyle adamlara acımayacaksın. Zülâl’le konuşmak çok keyifli olmuştu. Anlattıkları, hem ilginç hem hayat dersleriyle doluydu.
– Zülâl; yıllardır caminin avlusunu temizlersin, neden tevbe edip namaza başlamadın. Belki bu hallere düşmekten iyi olurdu, dedim.
– Rahmetli Molla Hurşit, bana ne telkinlerde, ne nasihatler de bulundu bir bilsen. Kocaman ak bir sakalı vardı. Siyah gözlerinden heybet fışkırırdı onun. Arada beni, karşısına alıp kalayı basardı. İki saat konuştuğunu bilirim. Din, iman, kitap… Neler anlatırdı bir bilsen, dedi ve yine sustu. Yine eski bir hatıranın içinde yüzdüğünü anlamıştım.
– Bari onu dinleseydin, dedim. Zülâl,
– O, görevini yaptı ve gitti. Ben de kendi görevimi yapıyorum, dedi.
– Seninki bir görev sayılmaz, kendini kandırma, dedim.
– Bak Muallim Efendi; şu gazeteler gibi, bir kamyon gazete okudum. Beni cahil sanma, deyince, o gazetelerin burada ne aradığını anlamış oldum. Belki yüzlerce gazete vardı orada.
– Estağfullah; sana cahil demek haddim değil, dedim.
– Molla Hurşit, Fırıncı Ahmet, Ethem Amca ve diğer rahmetli olan ve yaşayan herkes, bana nasihat etti. Ama onlar, sadece kendi sorumlulukları gereği yaptı bunu. Beni gerçekten düşünen olmadı. Onlar, Zülâl Ağa ile konuştular. İçlerinden hiç kimse, Zülâl’le konuşmadı. Zülâl’i isteyen, onu özleyen, onun farkında olan bile olmadı. Ondan ötürü sana, tehlikeli iş yaparsın, dedim. Çünkü Zülâl, ortaya çıkacak olursa dışlanır; kimse, onu istemez. Milletin istediği Zülâl Ağa’dır. Sen de Zülâl’i kabrinde rahat bırak, dedi.
– O, daha ölmemiş, bak senin içinde yaşıyor, dedim.
– Vücutlar, topraktan daha kesif bir kabirdir; oradaki cesetler, asla dirilemez, dedi. Zülâl’i, ben de ikna edemeyeceğimi anlamıştım. Cebimden biraz para çıkarıp ona uzattım.
– Al bunu, yarın karnını doyurursun, dedim.
– Sen Zülâl’i gördün; senin paranı alamam, dedi. Israr etiysem de İnadı engin çıkmıştı yine. Parayı almadı. Hava buz kesmişti. Dışarıda, kulakları jilet gibi kesen bir rüzgâr esiyordu. Zülâl’den müsaade isteyerek, oradan ayrıldım. Belki yiyecek bir şeyler almalıydım ama hava o kadar soğuktu ki, kendimi eve zor attım…
Ertesi gün kahvehaneye gittiğimde, herkes hüzünlü görünüyordu. Seyfi, önüme bir bardak çay bırakarak,
– Hocam; dün gece Zülâl, o izbede her ne içtiyse artık, ölü bulundu, dedi. Bunu duyunca nutkum tutulmuştu. Ne ağlayabildim, ne de konuşabildim. Doğrusu merak etmiştim. Kendimi zorlayarak da olsa,
– Nasıl yani! Ciddi misin? Diye sordum. Berber Hasan,
– Doğru, diyerek, anlatmaya başladı, ‘’Sabahleyin, ona yemek götürmüş, imamın oğlu yani; birde bakmış ki, kolları davul gibi şişmiş ve mosmor olmuş Zülâl’in. Çocuk korkup babasını çağırmış. İmam Efendi, onu incelemiş. Dediğine göre, yarım şişe ispirto içmiş, sonrada sızmış. Duvarların arasından çıkan üç tane akrep kollarını ısırmış ama akrepler bile onun kanındaki ispirtodan ölmüşler, diye anlattı. Seyfi,
– He ya! Namussuzun kanı, zehir gibi sokan akrepleri bile öldürmüş, dedi. Kahvedekiler,
– E! Olacağı buydu. Çok bile yaşadı şerefsiz, dediler. Ben, bu konuşmaları daha fazla dinlememek için, kendimi kahvehaneden dışarı attım. Camiye gidip imama Zülâl’i sordum,
– Zülâl ha, Allah, taksiratını affetsin. Öldü, dedi.
– Cesedini ne yaptınız? Diye sorunca,
– Yahu! Yıkayıncaya kadar üç kere kustum. Aylardır yıkanmıyordu mendebur. Bilmiyorum, biz mi ondan, o mu bizden kurtuldu bir şekilde safi olduk, dedi. Biraz daha kalsaydım imamın yüzüne ben de kusacaktım. Mezarını sordum, ‘’Kale altına gömdük.’’ dedi. Doğruca mezarına gittim…
Zülâl’in mezarını görünce duygulandım, boğazım düğüm düğüm oldu. Kafasın olduğu yere, siyah bir taş koymuşlardı bu bahtı karanın. Ama çevresine taş dizen olmamıştı. Onu örten toprak, koca göbeğinden olsa gerek, büyükçe bir kubbe gibi duruyordu. Oradaki en büyük mezar, sanırım onunkiydi. Mezarının etrafına taş dizdikten sonra, başucunda bir Fatiha okudum. Mezarını sulayacak su yoktu orada. Birkaç dakika gözyaşlarımla suladım toprağı. ‘’Hakkını helal et Zülâl.’’ dedim ve oradan ayrıldım…
Son


Orhan Aksoy
yazarorhanaksoy@gamil.com










Yorum bırakın